11 Eylül 2011 Pazar

Van...

1 hafta oldu Van'a geleli. Gene işimin "hadi bu kez Van'a gideceksin" dayatmasıyla birlikte uçaktan karayı izlerken şaşkın buldum kendimi. Betona bunca alışık bünyem sarı toprağın hakim olduğu tabloya çorak gözlerle bakıyordu çünkü. Devrik cümleleri sevdiğim gibi kargacık burgacık binaların arasında yüzüme asılmış bir gülümseme ile ilerlerken bindiğim taksi ve taksici üzerine oturan doğu şivesiyle özetliyordu coğrafyayı: 

- Abey, benim dayı İran'da içerde. Namussuzlar idam edecekler. Toz abey. Valla bak bu son seferiydi. Yahu çok iyi insandır dayım bir bilsen. Çocuğu da üniversitede mühendislik okuyor. Sen de mühendistin de mi abey?
- Evet
- Hah oda mühendis.
- Ama okuyor demiştin
- Yav kurban olam okuyor ama mühendis. Sen onu boşver de abey kendimi atacam ben, vuracam. Benim dayı idam olacak. Şerefsiz bunlar (iranlılar) abey bak diyem sağa.
- Bilmem ki.
- Bilmeyecek bir şey yok abey. Yav tamam ha, tozdur yasaktır ama ne yapak başka abey buralarda? Ben hep diyorum abey; Türk hırsızdır, Kürt kaçakçıdır.
- ...............
- Abey sen nerelisen?
- Türkmenim ben.
- Kürtçe biliysen kurban?
- Yok Türkmenim dedim ya
- Abey o değil, şu dayıma yanıyorum ben
- İnşallah kurtulur.
- Hay abeme kurban olam, dua edecez artık Allahu teala abey, inşallah inşallah.

Artık duyma yitimi yaşıyorum, şehir merkezinde insandan çok araba gezerken susuyorum; susmayı ilk kez bu kadar arzulayışımla dalga geçerek.

İlla bıyıklı, illa esmer ve mavi gözlü erkekler doldurmuş tüm hasır sandalyeleri çayhanelerde. Hemen hemen hepsi tütün içiyor sarı dudaklarına inat. Arazi engebeli, arazi zor, insanları zor, hayatı zor, günü kurtarması zor, depresyona girmek zor bu şehirde. İş yeri stresleri yok, genel müdür baskısı, büfeden çift kaşarlı tost, ofisteki ayak oyunlarından daral gelme, mini etekli sarışınlar, köpek kuaförleri, maç kavgaları, karı-koca çekişmeleri, iç dünyana yolculuklar, düşünmek için zaman, zaman kazanmak için düşünmek.. Yok yok, hiçbiri yok. 

Verilmiş hayatı yaşayan ve bunu asla sorgulamayan insanlar var burada. Tabiatla, askerle, örgütle mücadeleye girmiş kaçakçı köyleri var her dağın eteğine serpiştirilmiş. Gündüz taburdaki askerleri traş edip onlarla koyu bir sohbete dalan, gece dağa çıkıp kurşun atan berber ustaları var burada.
Ayrı bir coğrafyadan öte, ayrı bir hayat var burada. Kurallar belli, sonuçlar belli, müzikler belli, yolun başı da sonu da belli. "Siz" deyince yanına bakıp çoğul söylemi anlayan, doğumuyla kaderi çizilenler var burada.

- Abey geldik aha da şurası hava alanı.
- Sağolasın
- Sen de sağol abey, fatura istersin değil?
- Evet isterim şirket için.
- Abeme söyleyeyim bak herkes vermez taksi faturası. Açığın vardır abey kaç yazam?
- Yok sen ne tuttuysa onu yaz.
- Olur mu abey, söyle sen ne yazam?
- Kaç para tuttu?
- 25
- 20 yaz o zaman
- Tamam abey

Anadolu, toprak, doğu çekimi, insan, mücadele, acı, hoşgörü, namus derken üzerime örttüğüm çıplak duygulardan, Batı Ataşehirde beyaz cipinden inerken seksi bakışlarını gözlerime nişanlayan esmer güzeli ile sıyrılırken taksicinin yüzü geliyor aklıma...

- Gene gel abey....

20 Mayıs 2011 Cuma

Otel Odaları

Bir otel odasındayım gene, bu kez durak Sofya. Butik otellerin şehri yansıtan havasını soludum eski alışkanlıkla. Nasıl da başkadır eski alışkanlıkları alışılmışın dışına itmeden yaşayabilmek. Küçük odaları sevdim hep, girişte hemen sağda banyo-wc, karşısında sürgülü elbise dolabı, iki adımda ulaşılası tek kişilik yatak ve kumandasının pili her defasında zayıf küçük ekran televizyon. Yatağım tek kişilik olsun istedim, yüreğim tek kişilik, sabrım tek, hırsım tek, yalnızlığım tek. Tek tük hatırlarım gönül kalabalığını bende, o da nadir ama çabuk olduğum sarhoş anlarında.

Çok sigara içirtiyor bu otel odaları çook. Ve çok düşündürüyor.Üç gecede üç roman bitirdim beynimde hem de biri bilim-kurgu sınıfından! Bir ada vardı kayıp okyanusta ve oradaki insanlar telepati ile konuşuyorlardı. Romanın kahramanı maceracı kadın tek başına küçük yelkenlisiyle okyanusa açılan özgürlükte biri, sevgilisine inat. Aslında sevdiğine inat olununca cesaret yeleği giyiliyor. Adaya yaklaşınca beyninde duyduğu seslerle bir süre boğuştuktan sonra evine dönüyor. Ama beynindeki seslerden kurtulamıyor. Arkadaşının tavsiyesiyle gittiği psikolog duyduğu sesleri yazmasını isteyince hayatında bir dönemece giriyor kadın. Yatağının yanındaki başucu komodinin üstüne koyduğu not defteri her sabah daha kalabalık oluyor çünkü. Yazı kadının el yazısı ama hatırlamıyor kadın bunu nasıl, ne zaman ve neden yazdığını. Bir gece bir sesle uyanıyor, daha önce duymadığı tınıda bir erkek sesi ile. Sonrası... sonrası bende kalsın :) Beynimdeki arşivde yerini aldı çoktan zati...

Sigarayı arttırdığımda insani bir sorgu ile nedenini düşünürüm hep. Bir yere bağlamak lazımdır ya neden kayıklarını, yoksa denize kaçarlar ve ara ki bulasın. Nedenleri düşünürken odamın kapısı çalındı. Hırsız uzağa gidemedi ama, hemen yakaladı görevliler. Tamam, öyle çalınmadı tabii, böyle çalındı: "tak.. tak.. taktak". Ben beynimde nedenlerle neden bu kapı bu saatte çalındı diye yürürken kapıya doğru, birden kapı hızla bana geldi! Ayağımın dolaba bir türlü yerleştirmediğim çantama takılıp kapıya doğru uçuşa geçtiğimi çok sonra anladım. Kafamda nedenlerin yanına küçük bir sızı ekli halde açtmaya çalıştım kapıyı, lakin beceremedim. Kilitli kapı, sadece kolunu aşağıya bastırınca açılmayacak şekilde tasarımlandığından fazla üstünde durmadım. O ara çişim geldi, e tuvalet de hemen solumda, kapısı da kilitli değil üstelik. Sonra aklıma Tarkan'ın bir kutlama gecesinde Savaş Ay'ın uzattığı mikrofona "Bilmem, benim çişim geldi" demesi ve Savaşın Ay'ın da kameralara dönüp yüzünde ders verir ifadesiyle söylediği "Bu ayıp bana ait değil" sözü geldi. Savaş Ay daha sonra yaptığı mahalle-şov sığlığına gelecek var mı adlı programlarla başka ayıpları aldı ve silinip gitti savaşamadan. Nedenler, sızı, Tarkan ve Savaş Ay ile girdim tuvalete. En son askeri lise son sınıfta çoklu girmiştim tuvalete oysa, aman yanlış anlaşılmasın fobimi bilenler bilir, başka amaçlar için değildi onlar, Binbaşıdan ırakta cigara tüttürmek içindi. Bir keresinde bizi basmıştı ama. Kabinden teker teker çıkmamızı istediğinde, her çıkanı sıraya koymuştu şaşkınlıkla. Biz soldan sağa sayarak gelecek tokatları beklerken, o şaşkınlıkla bize bakmış "Ulan bu ne, kaç kişi girdiniz aynı kabine, tekrar girin bakem" deyip sokmuştu bizi dumanı bol suyu akıtan helaya.
Bak bu da eklendi şimdi; nedenler, sızı, Tarkan, Savaş Ay, ve binbaşı. Ahmet vardı sınıfta, "ulan oğlum Ahmet". Her söze bunla başlardı ve biz de adını böyle başlatmıştık sonunda. Ulan oğlum Ahmet'e rütbeleri say dediğinizde, teğmen, üsteğmen sorunsuz giderken binbaşıdan sonrası karışırdı, pis pis sırıtarak; "yüzbaşı, binbaşı, yarbaşı, albaşı" der sonra esprisini paylaşmış mısın diye suratına aynı pislikle bakardı.
Nedenler, sızı, Tarkan, Savaş Ay, binbaşı ve ulan oğlum Ahmet'le klozete yaklaştım. Hızlı olmalıydım çünkü içimdeki bu çıkmak için bazen beni bile dinlemeyen sıvı "tamam senden bir parçayım ama sabrımı deneme" der gibiydi. Lakin mukadderat kendisini gösterdi ve elimi eşofmanımın üstüne götürüp aşağıya doğru yer çekiminin de yardımıyla uyguladığım düşey kuvvet sonuçsuz kaldı; eşofmanımın ipleri bağlıydı!
Panik olmamalıydım biliyordum, yoksa çişim bunu fark edecek ve eline koz verecektim. Gayet soğukkanlı bir biçimde ipleri çözmeye başladım. Ama ah ki ah, gene yanlış ipi önce çektim ve kördüğüm oldu her şey.
Ben bununla boğuşurken kapı tekrar çalındı. Savaş Ay'a söyledim bakması için "bu ayıp ben bana ait değil" dedi ve gitti. Tarkan'a döneyim dedim o çoktan klozeti kapmış işini görüyordu. Binbaşıyla göz göze geldik, beni tuvalete on kez girip çıkarmakla tehdit etti. Ulan oğlum Ahmet'e dönmedim bile. Nedenler zaten yardım etmek için değil, sorun çıkarmak için varlardı. Sızı ise artık başımın tümüne yayılmıştı...

Kendimi tutmaya çalışarak ve tuttuğumu göstermemeye çalışarak, yani illa gene ve hep çalışarak kapıyı açtım. Karşımda 1.80 boylarında menekşe gözlü, yok burunlu, kalın dudaklı, sarışın, göğüsleri dekoltesini aşmış, incecik belli, su damlatsan asla durmaz bacaklı, istediği her yere çekici mi çekici bir kadın çıktı! Bu hayalimi de kalabalığa katarak asık suratlı ve bıyıklı otel görevlisi ile yüz yüze geldim. Hani seçme şansım olsaydı arka arkaya gelirdim ama yapacak bir şey yoktu. Yarım yamalak İngilizcesi ile televizyonumun sesinin çok açık olduğunu ve mümkünse kısmamı rica etti. Televizyonumu üç gündür tanıyordum ve ondan böyle bir şey isteyecek yakınlığa erişememiştim. Hem sesi açık derken tını olarak mı demek istemişti? Çok yüksek perdelerden söylüyor biraz basa kaysın gibilerinden hani. Ama ben daha üç gündür gördüğüm televizyonu nasıl basa ikna edebilirdim? Zaten bunca düşünceyi ve soruyu İngilizceye çevirebilsem CV'imde anadili kısmını değiştirirdim!
Kendimin bile şaştığı bir şekilde, hiçbir şey demeden kapıyı kapattım. Kapattıktan sonra ise bir süre düşündüm, acaba o da kapının ardında öylecene bakakalmış mıdır benim gibi. Hani gene yüz yüzeyiz ama aramızda kapı var. Yani kapı dilek tutsa olacak. Peki benim patlamaya hazır çişim ne olacak?
Eşofman bu, etek değil ki altından tutup yerçekimine ters düşey bir kuvvet uygulayarak sıyırayım. Etek giymediğim için hiç de pişman değildim ama en azından kısa bir şort giyebilirdim. Ve lütfen fazla kafa yormayın kısa şortumu çıkarmadan nasıl o işi yapacağımı, yapabiliyorum çünkü.

Otel odaları böyle işte, kendi başınıza macera yaşayabileceğiniz yegane mekanlardan...

NOT: Bu arada WC'nin açılımı bilinen "Waste Closet ya da Water Closet" değilmiş. World Cup'mış! Ulan oğlum Ahmet dedi. Ama ben binbaşıdan anladığım kadarıyla WellCome olduğunu düşünüyorum...

NOT2: Memleketten uzaktaysanız şu şarkıyı dinleyin, dinlerken o kadar uzak hayaller kurabiliyorsunuz ki...

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Ahşap Yürekli

Şömineye attığım ıslak odunlardan süzülen duman gözlerimi yakmıştı. Gözyaşı hep yakardı gözleri, sanki bir diyet gibiydi ağlamak. "Sen ahşap yüreklisin" demişti kadın ayrılırken, gözlerimin içine bakarak. "Çok çabuk tutuşuyorsun ve çok yanıyorsun!". O an ne diyeceğimi bilememiştim, aklıma gelen binlerce kelimenin arasında boğulmuş, sessiz kalmanın ezikliğine sürmüştüm kader atımı olanca hızıyla. Giderken yumruklarımı sıkmıştım ister istemez, sinirlendiğim belki de şu an şöminede yanan odunlardı yüreğimle birlikte.

Acı duymaya o kadar alışmışım ki, acıların sızısı olmayınca içimde derin bir boşluk varmış gibi. Ara sıra kurguladığım hayal orduları bir zafer daha kazanınca düşümde, geçici mutlanmaların oyuncağı oluyordum aslında. Kendimi tartmanın artık zahmet verdiğini anladığımda kesmiştim içime dönmeyi. Küsmek lazım içine, evet, bazen. Ve bu "bazen"leri iyi ayarlamak gerek.

Bu dağ evi dayımın av merakına yenik düştüğü zamanlardan kalma, içerideki üç-beş eşya da karısından saklayarak getirmelerden. Çocukken bana vermediği öğütleri merak ederdim dayımın, ve bana verilenleri değil, verilmeyenleri özleyişimin sebebiydi bu. Bazen üç telli bağlamasını çıkarır, her defasında aynı türküyü çalardı, ve her defasında aynı yerinde durur, gözlerini kısar, birisini düşünür ve tekrar devam ederdi. O türküyü hiç dinleyemedim, dayımı izlerken. Yaptıklarıma değil, yapmadıklarıma özlemim de bundan.

Okuldan ilk kaçışımda, bir kızın elini ilk tutuşumda, ilk ergenlik hormonumda, hep kaçış vardı; bu hayatımdan içimdeki dünyama. Sözleri kıskanırken yüzlere gülümseyişim de bundandı; almak, biriktirmek ve sonra içimde yakmak için ne varsa. Aslında hep yaktım, tutuşturdum bir şeyleri. Umutları, acıları, aşkları, tutkuları, ne varsa bana gelen, yaktım ahşap yüreğimde. Ben olsun istedim belki, ben yapmak, ben kılmak. Onlar yanarken yürek çeperime dolan isi hesaba katmadan, erimeleri, yok olmaları düşünmeden.

Herkes kendine döner ya, dönemeyenlerin öykülerini yazmak istedim ben. Kendini öylecene bırakanların, dinlemeyenlerin hiç bir şeyi. Başkasının sesi olmak, bir müzik enstrümanı çalmak gibi oysa; tellere vuran sensin ama sesi çıkaran o...

Bir kadeh şarap koymalı şimdi, odunlar da kurudu bak, çıtırtılı alevleri izlemek var artık.
Ahşap yürekler yanmaya mahkum,
ateş onları yakmaya,
ısınmak isteyenlerse
biten oduna bir yenisini atmaya...

3 Mayıs 2011 Salı

Ertelemek

Erteliyoruz, kim ne derse desin erteliyoruz kendimizi. Ve biz ertelenince paralelinde yaşadığımız hayat da erteleniyor. Dahası yaşayamadıklarımız da erteleniyor.

Birini tanırsın, bir şekilde hoşlanmışsındır, bir şeyler demek istersin, ama ertelersin. Sana öğretilen ve içinde endişe bulutları yaratıp "olur mu canım şimdi ne düşünür acaba" dağlarına yağan coğrafyanda kalmıştır "olsun ya ne olacak ki" rüzgarı.

İçinden onunla buluşmak gelir, hatta daha ileriye gidip hınzırlaşmak, ki hayalinde canlandırmışsındır yüzünde gülümsemeyle, ama ertelersin. Yanlış anlaşılma, bir zümreye dahil edilme korkusudur yaşamak istediğini yaşatmayan engebe.

Birine kızarsın, yüzüne haykırmak istersin, ama ertelersin. O kızgınlık ve söyleyememenin ağır yüklü bombası içinde patlar. ama olsun, alışkınsındır ya içte patlattığın bombalara, nasılsa tarumar olan senin içindir ve kimseler görmüyordur.

Hayatı nasıl da kaçırıyoruz, beynimizde, gönlümüzde olan ile yaşadığımız hayatı neden hiç örtüştüremiyoruz, ya da çok azını üst üste koyabiliyoruz? Oysa yaşanınca ne de güzeldir kanatlarını takmış ruhumuzu uçururken istek denizlerimizde...

Bazen bağırasım geliyor: "Korkma Ayten, endişelenme Betül, fazla düşünme Ahmet, deyiver işte, gidiver işte, isteyiver işte, içinden o ilk geleni"... Katıklamamalı, katkılandırmamalı o ilk geleni. O ilk gelen ertelenmemeli. Bırakın yaşasın, bırakın bu kez de onun dediği olsun filtrenizden geçmeden... Olmaz mı?

25 Nisan 2011 Pazartesi

Öykücük

Henüz çok erkendi, neredeyse iki saat önce gelmişti buluşmaya, biliyordu, ama zaten yapacak bir şeyi yoktu ki; bütün gün onundu nasılsa. Ağzı ekşimiş olsa da bir sigara daha yaktı paketi usulca okşayarak. Anılara gitmek vardı şimdi bu boşlukta, ama son yıllarda anıları düşlemek daha çok boşaltıyordu içini sanki.

Resmine defalarca bakmıştı, hoş bir kadındı karedeki, belli belirsiz bir gülümseme asılmış yüzü aydınlıktı. Beğenmişti o da yolladığı resmini; "hoş adamsın yahu" demişti hınzır bir maille. İnternet buluşmalarının o ilk heyecanı var mı diye kendini yokladı iki sigara içimi sonrasında. Eh biraz vardı galiba. Bu kez her şeyi açık oynamıştı; evliliğini gizlememiş, kızından bahsetmiş, dahası ne tür bir ilişki istediğini ayrıntılarıyla anlatmıştı. Anlattıkça açılmış normalde olunmaması kadar çıplak kalmıştı karşısında Naz'ın. Ama Naz'ın da bunda payı vardı, ne dediyse hoş karşılamış, haklısın demiş, onu her defasında cesaretlendirmişti.

İstediği ilişki.. Güldü birden hem kendine hem de bu tabire. İstemediği ilişkiler mi yaşamıştı hep? Biraz ticari gibi geldi bu, nahoş!
"Efenim, bendeniz Erkan, yaşım şu, mesleğim şu, medeni halim şu, istediğim ilişki türü şu...." Bu ne ya? Alım-satım karmaşası gibi! Ben pazarlıyorum alan var mı, ya da şu özelliklerde bir ürüne bakıyordum da satıcı arkadaşlar benimle irtibata..." Bu neydi böyle? Ne arıyordu ki? Ya da biri onu mu arıyordu?

Tamam işte amaç belliydi, bu yaştan sonra leyla-mecnun aşk azabına girmeyeceğine göre tek itici ya da çekici güç kimyasal olanıydı. Bedenlerin arzusu, salt cinsellik, cinsel partner. Hah bir de bu vardı piyasada ne zamandır; cinsel partner. İngilizce class-work'leri geldi aklına; "Hadi arkadaşlar herkes partneriyle bu çalışmayı yapsın..." Partner ne ya? neyin partneri? Hangi part'ın eri???

Naz da bunları mı düşünüyordu acep? elbet düşünürdü o da, sonuçta 35 yaşın üstüydü ve el ele tutuşacağı bir erkek aramıyordu bundan sonra. Yok ya belki de değildi, nasıl da pis fikirliydi bak daha görmediği kadıncağız hakkında. Küstü kendine ve bir çay daha söyledi.

Erken geldiği buluşmalarda hep şu ezik tedirginliği yaşıyordu! Garsonlar ona bakıp ne düşünüyor acaba, ya şurdaki sarmaş dolaş çift? "Haaaaa haa haa adama bak ya, kalantor! Yaşına başına bakmadan giyinmiş gelmiş buluşmaya. Hadi bekleyelim bakalım buluşacağı orta yaşlı kadın nasılmış. Hahahahaha, bize de eğlence çıktı!"

Herkes ona bakıyor, herkes onun buluşacağı şu internet hatununu bekliyordu, kesinn! Ya ama yaşı o kadar geçkin değildi ki. Yoksa... geçkin miydi? Kendi sesini başka duyduğu gibi kendini de aynadan başka mı görüyordu acaba? Tuvalete kalksa ve şu hırçın saçlarını suyla yatırsa mıydı ki? Yok, kalsındı, daha çok dikkat çekerdi bu. hem Naz dememiş miydi, en doğal halinle gel, ben de en doğal halimle geleceğim diye?

Birden kahkaha ile gülmemek için zor tuttu kendini, o anı çok iyi hatırlıyordu; nette sohbet ederken Naz birden bunu demişti ve onun aklına en doğal hali.. hahahahahaha.. çıplak hali... haahahahaha.. Düşünsene çırılçıplak geldiklerini kafeye..hahahahahaha. "Beyefendi sizi bu şekilde alamayız kafeye".. "neden ki?".... "Çünkü çıplaksınız!"..... "İyi de bana en doğal halimle gelmem söylendi?"...

Toparlandı birden, düşüncelerinde gülmesi çoklukla yüzüne yansıyordu ve kendi kendine gülen adam figürü ile kafedekilerin ekmeğine yağ sürmek istemiyordu. Acaba vaktinde gelir miydi Naz? Ne giyecekti acaba? Şöyle biraz kısa etek giysindi, hatta dizi, dizine değsindi, yakınlaşsınlardı daha ilk buluşmada. Yok yok, yakınlaşmasınlardı, sonra çabuk bitiyor, hızlı tükeniyordu her şey. Telefonuyla oynamaya başladı, canı sıkılmıştı artık, hadi geçsindi vakit, ya da Naz, nazlanmadan gelsindi bir an önce!

------------------------------------

Eve dönerken bitik, yorgun ve sinirliydi hayli. Nasıl olurdu, nasıl gelmezdi Naz buluşmaya? O kadar da hazırlamıştı kendini, o kadar özenlenmişti her şeyine. Hayallerini bile düzene sokmuştu onunla ilgili. Onca beklemişti kafedekilerle birlikte. Hatta garson çocuğa açıklamada bulunmuştu kalkarken; "az önce aradı da, işi çıkmış" diye. Ve garsonun şaşkın bakışlarına bakmadan biraz da vermek istediğinden fazla bir bahşişle koşarcasına uzaklaşmıştı oradan.

Ahhh, neden gelmemişti ki?

Geceyi beklemek zorundaydı iletişim için kahretsin!

Ev ahalisi yatınca hemen girdi mail kutusuna, şifresini heyecan ve öfkeyle iki kez yanlış yazsa da. Maillerine baktı ama ses yok? Sohbet programını çalıştırdı hemen, yoktu!....

-------------------------------------------------------------------

Ertesi gün bu kez başka bir kafede garsonlar, 40 yaşlarında, iyi giyimli, güleryüzlü, etrafını inceleyen adama çay servisi yaptılar üç saat boyunca....

Kendi kurduğu buluşmaya gelen ve kurguladığı kadının gelmeyişine öfkelenecek olan bu garip adama....

31 Mart 2011 Perşembe

Bir kadının O'n dakikası....

Bir başka oluyordu başkasından dinlediği hayat öğretileri. Nedense kendi sesini hep kısmıştı dar zamanlarında dahi ve sebebini bilmek de istemiyordu bu dış seslerin ondaki büyük etkisinin. Oysa hep bildikleriydi onların söylemleri, hatta yıllarca öncesinden öğrendikleriydi genelde duydukları. Ama yapamıyordu işte, olmuyordu, beceremiyordu!

Bir kitap okuyor ve hemen etkisine giriyordu. Bu etkiye tutunup bir süre idare ediyordu iç boşluğunda, ama sonra diğerleri gibi bu da yokluk sandığına yok olmuş haliyle depolanıyordu, kapağı bir daha açılmamacasına...
Biri gelip birdenbire en basit ve en "adaaam sen de" haliyle bir kelam ediyor, bir şeyi işaret ediyor ve her şey gene değişiyordu. Bir delinin kuyuya attığını kırka bölünüp her parçasıyla çıkarmaya çabalıyordu bu kez. Lakin gene aynı sona basıyordu kumandayı tutan elleri ve kapatıyordu bu sevimsiz diziyi kırmızı tuşa basarak...

Bir tek "O" vardı hayatında yok olmayan, heyecanını yitirmeyen, içinde tutmaktan hoşlandığı, savuramadığı, atamadığı, zaten atmak istemediği, aslında deli gibi istediği... O..

Ama korkuyordu, neden korktuğunu tam kestiremediği için korkuyordu aslında. Belki de korkması gerektiği halde korkmadığı için korkuyordu, O'ndan.. Aslında ondan değil kendinden. Yok kendinden de değil ikisinden de. Ya da hiçbirinden de; her şey karmaşıktı O olunca cümlede! Aslında O olunca her şey yalınlaşıyordu diğer yandan! Offffffffffffff durmalıydı!

Durdu, dinledi bu kez kendisini, aslında yıllar yılı kendisini dinlemişti ama bunu kendisine itiraf etmemek için ve megaloman görünmemek için kendisine başka şeyi ikna etmişti. Karmaşık biri miydi, yok ya değildi, dingin ve basit mi, yok o da değil! iyi de ya odur ya bu, arası olmaz ki! Ya öylesindir ya böyle! İyi de neden o zaman kendisinde hepsinden her şeyden dünyadaki her renkten bir yudum olduğunu hissediyordu? Bunu da O görmüştü, ah O.....

Kalktı, elindeki kahveden son bir yudum alıp, günlüğüne yazmaya devam etti, kendisi gibi ama O'ndan...

24 Mart 2011 Perşembe

Doğum günleri, doğma günleri

İlk aile hayatımda hiç yaşamadım küçükken pastanın üstüne dikilen mumları söndürme eylemini. Bizde kimse kimsenin doğduğu günün gün dönümünü kale almazdı çünkü. Babam her daim yorgun argın ve sinirli gelir, ablalarım zar zor aldıkları oje ve ruju paylaşamaz, annem beş çocuk ve bir kocaya bakma telaşındaydı. İlk kez kim doğum günümü kutladı hatırlamıyorum, ya da ben ilk kiminkini kutladım.

Ben doğum günlerine "doğma günü" anlamında baktım hep çünkü, o sadece bir doğma eylemini gösterir gündü, resmi tüm kimlik kartlarına ve arada bir doldurmamız gereken formlara yazılan.

Bir sonraki yıl artık o gün değildi ki, o gün sadece bir kez olabilirdi o da ilk olma tarihinde. Sonrasında neden o gün anılsın ya da kutlansındı ki?

Gün dönümlerini anlayamadım hiçbir zaman, ilk kim bulmuştu bu dönüm kutlamalarını? İlk kim ticarete dökmüştü ya da?

Bugün (dün) 23 Mart benim doğma günümdü. İlk aile bireylerinden bir tek kardeşim hatırladı, bir kaç arkadaş, üye olduğum birkaç site, bir kaç banka...

En güzel doğum ya da doğma günü mesajını ise gene ben kendime verdim:

"Eğer mutlu isen gerçekten doğmuşsundur... doğmuşsan o zaman mutlu ol sadece"

Herkese iyi doğmalar...

14 Mart 2011 Pazartesi

Durma Hali..

Sözlükten baktım demin "insanın durma hali"ni tanımlayan Türkçe bir terim bulabilirim umuduyla.. yokmuş.

Durmak düşüşün ötelenmiş biçimidir denir, karşısındayım bu deyişin oysa. Durma bence bir yaşam kesiti, yaşam karesi, bölümü, parçası. İnsan bazen durmalıdır, hareketsiz kalmalı, beklemeli. Atletizmin özellikle kısa mesafe koşularında rekor kırılınca resmi anlamda kayıt edilir, rüzgarın yönü ve şiddeti. Rüzgarın katkısı ya da engeli ölçülür bir biçimde, hesaba katılır. Yürürken de öyle değil midir zaten; rüzgarın o doğal hızını, gerçek dokunuşunu değiştiririz.
Oysa durunca öyle değildir, rüzgarın da yağmurun da asıl etkilerini hissederiz, değiştirmeden, olduğu gibi...

Duruyorum ne zamandır ben, öylecene hareketsiz, bekleyerek. Aslında bu "bekleme", beklenti ile karıştırılır genelde ya, ben hemen parantezsiz açıklayayım: beklentiye bağıl olmayan bir bekleme hali bu...

Bir yazar üç noktayı sık kullanıyorsa yazılarında bilin ki cümleleri sonlandıramıyordur ya da sonlandırmak istemiyordur. Öyle ya, ben beklerken, öylecene dururken cümlelerim sona akabilir mi?

Kendi özgür irademle mi durdum, yoksa durduruldum mu bilemiyorum. İnsan dururken bazı şeyler, özellikle "neden"ler daha az önem kazanıyor. Durdum evet, resmen durdum. ne bir mücadele, ne bir plan, bir devinim, bir düşünce, bir hayal, bir olumluluk hissi, bir olumsuzluk duyusu var bende. Öylecene durdum ve bekliyorum. Bu bekleme beni duraktan alıp başka bir yere taşıyacak otobüsün gelme saati değil üstelik. Ya da bir gönülde dalgalanıp hüzne ve duyguya gark olma sevdası da. Bu çok yalın bir bekleme... "Bekleme" derler ya onun beklemesi işte.

Bir yandan, ağır ağır bu durma halini sorgularken, acaba diyorum endişenin oluşturduğu bir geri çekme hali mi bu? Hani bir konuda, ama herhangi bir konuda yapabildiğiniz tüm alternatifli aksiyonları etken kılarsınız ama o olay gene de kendi bildiği haliyle akar gider ya. Ve bu duruma isyan üstüne isyan eder, gene mücadeleyi sürdürür, yapılmadık bir şey bırakmazsınız, lakin o kendi yolunda, sizden ve mücadelenizden bağımsız şekilde yol almaya devam eder ya. O an durursunuz ve bir "acaba" geliverir içinize davetsiz misafirin sevimsizliğinde. Ormanda düşülen bir bataklığın her hareketinizde sizi daha çok içine çekmesi gibi, diğer bir söylemle devinimde bulunduğunuz her an derinlere daha çok batıyorsunuz gibi... Bu acaba çok zalimdir ah... Doğru olma ihtimaline karşı yapılacak çok da fazla bir şey yoktur, hatta hiçbir şey yoktur...

O zaman kendiliğinden belki de devreye alınır savunma mekanizmalarınızdan bilmem kaç tanesinin içerisindeki en seçilmez olanı: durmak, beklemek, kendi haline bırakmak, rüzgarda savrulmak, seçimsiz olmak, hareketsiz kalmak... Söz yoktur sizden olma, dinlersiniz genelde başkasından doğmaları. Günleriniz araya karbon kağıdı geçirilmiş makbuz defterlerine dönmüştür. Bir şarkıyı onlarca kez dinler, kendinizi yeni olan her şeye kapatırsınız. Psikologlar bu halinize maskeli ya da maskesiz depresif adlar ve çözüm yolları koyarken, siz oralı değilsinizdir. Güneş hep aynı şekilde doğar ve karanlık aynı biçimde çöker üstünüze. Her şey sıradandır, sıralıdır, olağandır. Uçlara gidecek ne gücünüz ne hissiniz vardır. Sadece ara ara bir Su perisinin sizi bile şaşırtacak duygu yüklemelerini hissedersiniz ki bu da ancak aldığınız nefestir bataklığın yapışkan sularında...

Siz duruyorsunuzdur, dünya saniyede 467 metre dönse ne yazar ki? Her gün biyolojik yaşınıza eklenen hücre yaşlanmaları sizi ırgalamaz ki? Siz duruyorsunuzdur, öylecene, hareketsiz... Bu alemde değilsinizdir ki, hani hareket etseniz tamam da, duran bir şeyin bu dünyada fiilen olması ya da olmaması neyi değiştirir ki?..

Bu yazıya final de yazamayacağım, durma hali noktasız, virgülsüz, ara tuşsuz, başsız ve sonsuz bir mekanda oluyor çünkü....

5 Mart 2011 Cumartesi

Su Perisi...


Sizin hiç Su Perisi tanıdığınız var mı?
Benim var...

Peri aleminin en değerlileridir Su Perileri. Diğerleri gibi çoğalmazlar; her bir Su Perisi tek tek yaratılır. Saydamdırlar. Güneş ışığı dahil hiç bir ışık dokunamaz onlara.
Nerede olduklarını, ne zaman görüneceklerini kimse bilmez, Periler Kraliçesi dahil.

En olmadık anda ve en ihtiyaç duyulan anda birdenbire görünürler, gecenin soğuğunda yıldızları yorgan yapıp geliverirler odanıza. Gözleriniz büyülenmişçesine onu izlerken, çok normalmiş gibi ön ceplerinden kocaman ve ışıklı bir bonibon şeker çıkarıp uzatırlar. Şaşkınlıkla alıp ağzınıza götürdüğünüzde ve o muhteşem tad dilinize dolandığında şarkı söylemeye başlarlar.

Daha önce hiç duymadığınız melodiyi, hiç bilmediğiniz sözleri dinlerken bir o yana bir bu yana uçuşurlar, saydam minik kanatlarıyla. Şarkısının bitmesini hiç istemediğinizi anlar, bir yandan da Su Perisi ile konuşmak için can atarsınız. Siz bu ikisi arasında gidip gelirken, O, saydam kirpiklerini kırparak havada ışıklı harfler oluşturuyordur.

Sonra küçük saydam kanatlarını çırparak gelir ve göğsünüze otururlar. Gözlerine baktığınızda gözlerinizi görürsünüz, Onun sesidir artık yüreğinizde yankılanan...

Benim tanıdığım bir Su Perisi var; adını sordum ısrarla hem de, ama söylemedi bir türlü. Bedenini ve yüreğini dolayınca bana ve birlikte yükselirken maviye, ben koydum kendimce ismini; Sarmaşık.

Sarmaşık hayallerimden bile daha güzel bir Su Perisi. Elleri incecik, ayakları, dudakları bakarken  bile hasrete düşüren güçte. İnce kuğu gibi boynu ve seven kollarıyla bana bende benim olanı verdi. Bir gece evrene küsmüşken geldi ve konuştuk onunla. Bu benimle ilk konuşmasıydı. Sesi şarkılardan bile güzeldi. Kanatlarının arasındaki ışıklar gözlerimde çizgi çizgi mutlulukken uzanıp öptü beni. Bedenimdeki her atom parçalara ayrılıp tekrar birleşirken nefesini kattı nefesime.

Baktım ki hüzün yok, göz var yaşı yok. Önce affalladım, öylesine alışkındım ki hüznün kaynağına, neredeyse tüm duygularımı, dalıp gitmelerimi, yürek büyütmelerimi aldığım bu kaynağıma. Ama yoktu, ilk defa yoktu hüzün, acı, keder. Alışkın değildim, gülerken bile ardından gelecek hüzne alıştırmışken içimi yıllardır. Gülümsedi ve o an etrafımda beyaz bir hale oluşuverdi. Ellerini tuttum, yaşamı avuçladım. Ona dokundum alemleri duyumsadım...

Benim tanıdığım bir Su Perisi var, adı Sarmaşık. Gündüzleri cebime giriyor ve elimi her atışımda avucumun içini eritiyor mutluluktan. Geceleri herkes yattıktan sonra gelip göğsüme oturuyor. Bilmediğim renkleri gösteriyor bana, rengarenk olmakla renksiz olmanın birliğini, aslında her şeyin bir olduğunu.. Tekliği...

Onu çok özlüyorum içimde, içinde olduğunu bilsem de. özlerken özgürleşiyorum ve kanatları çarpıyor yüzüme ışıklı kalbinin. Ona hayranım, hayranlığımı gülümseyerek yatıştırsa da ve ben onu ilk gördüğüm anı doğum günüm saysam da. Saydam hafifliği başımı döndürürken içindeki dünyada ağırlığınca damlatıyor her gün bana.

En karmaşık harfleri bir dokunuşuyla bulutlara dizip, en derin kuyuları bir bakışıyla tırmanılacak dağlara döndürüyor, dönerken başım o da etrafımda dönüyor, ve evren duruyor biz dönerken...

Onsuz yok olmuşum ben. Onla hep varken. O benim Su Perim, Sarmaşığım...

Bir gün içiniz yanarsa, nerede olursanız olun, işte, kuyrukta, vapurda, yolda, yatakta, gözlerinizi yumun ve Sarmaşık deyin sadece. O gelecektir ve Onlanacaksınız siz de. Ama acınız bitince usulca uçacak gene, o özgür kanatlarıyla. Ve bana gelecek. ben onlandım o benlendi çünkü ne zamandır. Kıskanmayın ne olur...

Sizin hiç Su Perisi tanıdığınız var mı?
Benim var, adı Sarmaşık.
SARmAŞIK.......

21 Şubat 2011 Pazartesi

Yaşandı bu Öykü...Dost Örümcek

Yıl 1997... Yer Sochi. Demirperde ülkelerinin demokrasiye geçis sancısı, KGB ve polit büro üyelerinin mafyaya dönüşmesi ile kendisini göstermekte. Ülkenin neredeyse tüm kirli para sistemi bu adamların elinde, yönetiminde. Türk inşaat şirketlerinin, özellikle büyük olanların gözlemleyicisi ve açıktan para alıcısı konumundaki bu adamlara o sıralar kimse dur diyemiyor. Sistem öylesine birbirine bağlı parametrelerden oluşmakta ki araya girmeyi deneyen herhangi bir güç ya da düşünce anında acımasızca yok ediliyor.

26 yaşındaki genç ve idealist mühendis satın-alma şefi olarak ilk yurt dışı tecrübesini yaşadığı bu kentte, gözünü ve gönlünü her şeye kapamış olanca gücüyle çalışıyor, gece gündüz demeden. Gurbette kazanacağı parayı biriktirerek nişanlısı ile kuracakları yuvayı hayal ediyor, her tıkandığında, durduğunda ve yorulduğunda bu hayal onu itiyor güçlü elleriyle. Görevi gereği şirket adına yapılan her türlü mal alımının, para transferlerinin ilk sorumlusu, en yetkilisi durumunda. Şirket sahibi bu güvenilir ve yalan söylememeyi kendine kılavuz edinmiş genç mühendise yetki üstüne yetki vermeye başlıyor. Her türlü taşeron görüşmeleri, onların seçimi, çalışılacak firmaların son kararını hep bu mühendisle alıyor. Genç mühendis çok mutlu, çok umutlu. Çalıştığı firmaya yeni sistemler getiriyor, zekasının her dirhemini bunun için karşılıksız, pazarlıksız veriyor.

Bir gün çok kötü bir haber geliyor şirkete, işveren işi geçici bir süre durdurduğunu beyan etmiş yazılı olarak. Sebep göstermeden, dahası özel sebeplerden ötürü başlığıyla. İş durunca ödemeler duruyor, ödemeler durunca da taşeron ve malzeme aldıkları firmalara yapılacak ödeme. Genç mühendis çırpınıyor, eldeki bir avuç paranın en mantıklı, en doğru ve adaletli şekilde dağıtılması için gecelerle çalışmalar yapıyor.

Durum kötü, durum berbat, durum perişan artık. Vatandaşı olmadığı ülkede bir şeyler yapabilmek ise çok güç. Ama o yılmıyor, tüm alacaklıları toplayıp onlara kurguladığı ödeme sistemini anlatmaya çalışıyor, bir çoğunu ikna ederek, o güçlü hitabet gücü ile. Şirket sahibine şahsi tehditler başlayınca, ilk uçakla İstanbula kaçıyor ve telefonla arayıp genç mühendisi onun da gelmesini istiyor. Ama genç mühendis söz'lü, söz vermiş insanlara, söz'lü, söz ağızdan bir kere çıkar diyenlerden, bunu sadece demeyip sonuna kadar inananlardan. Reddediyor bu kaçışı, ne pahasına olursa olsun sözünde durmak istiyor. Var gücüyle savaşmaya başlıyor, kendisine inanıp, maaşını almadan çalışan 2 çalışanıyla; Nicolay ve Petia.

İkna olmayan alacaklılardan bir firma mafyaya başvuruyor ve alacağının tahsil edilmesini belli bir yüzde oranında kabul ettiriyor metazori karcılarına. İsim istiyorlar, veriyor; hala var olan ve savaşan genç mühendisin adını, şirket yetkilisi olarak.

Soğuk bir Ocak gecesi, genç mühendis çalışmaktan ve düşünmekten kaynayan beynini az da olsun soğutmak için ofisinden dışarı çıkıyor. aylardır kalkmayan karın üstünde yürürken en ucuzundan aldığı sigarasını ateşlemeye çalışıyor soğuktan titreyen elleriyle. O sırada arkasından gelen 3 kişiyi farkedemiyor yorgun algı gücü, başına dayanan çeliğin soğukluğunu hissedemiyor bitkin bedeni önce.

Duvarları buz tutmuş bir dağ evinde açıyor gözlerini, başının sol arkasındaki korkunç ağrı ile. Yüzünü acı ile buruşturduğunda yanaklarındaki kurumuş kanını fark ediyor, elleri bağlı bir sandalyeye öylesine atılmış. Her taraf karanlık, zifiri karanlık. Öyle sıkı bağlanmış ki gözleri, gözkapaklarını açamıyor bir türlü, siyah kumaş nasıl da zalim böyle. Görememek, hiç, ama hiç bir şeyi görememek nasıl da zor. Nerede olduğunu anlayamamak, bilememek, kıpırdayamamak nasıl da sancılı böyle! Gözlerinden alıp kulaklarına veriyor tüm duyu gücünü, bir ses, bir seda duymak için çırpınıyor, delirmemek, hayata tutunmak için küçücük, cılız, bir ses sadece...

Nazlı yari düşüyor aklına, sonra annesi, mahalledeki bakkal, tutamadığı istarvitler, yazamadığı şiirler, dinleyemediği türküler.Gözleri öylesine sıkı bağlı ki, gözyaşları delip geçemiyor kapaklarını, içine akıtıyor o da. Başı öne düştükçe ısrarla dikleştiriyor, gövdesini gerip güç bulmaya çalışıyor kendince. Bildiği tüm dualar dudaklarından süzülürken, dışarıda rüzgara karışık ayak sesleri işitiyor birden. Bağlı ellerini sıkıp beklemeye başlıyor içinde kalan tüm yaşama gücü ile. Sesler artıyor, kapının önünde rusça konuşmalar duyup anlamaya çalışıyor, ama nafile. Kapının gıcırtıyla açılması ve ayak seslerinin tam önüne kadar gelmesini dinlerken kuru kanının yapıştığı yanağında büyük bir patlama hissediyor. O kadar ani ki, o kadar şiddetli ki bu tokat, bağlı olduğu sandalyesi doksan derece dönüp vuruyor genç mühendisin başını taş zemine. Kafatasının içi uğulduyor adeta, beton zemine yapışmış saçlarından ince ince süzülen kanının sıcaklığında. Kocaman iki el yakasından tutup tüy gibi uçuruyor onu havada ve tekrar dört ayak üstüne getiriyor sandalyesini. Sandalye acıyla bakıyor bu taşıdığı genç adama ama yaşlı tahtaları duyuramıyor sesini kadere.

Tokatlar devam ettikçe kan çanağına dönmüş kapalı gözlerindeki damarla o kadar şişiyor ki gözlerinin yandığını hissediyor. Ah böyle bağlı olmasa, böyle çaresiz... Vurabilirler miydi annesinin koklayarak öptüğü yanaklarına, yasemin sabunlarla yıkanmış bedenine. Başını kazara ilk yardığında anne elleriyle bastığı ekmek içlerini kanatırcasına geliyor darbeler ardı sıra. Bedenine inen her darbe uyuşturuyor adeta onu, tüm hücrelerini sıkarak, büzerek tenini, darbelerin gücünü azaltmaya çalışsa da, başı dönüyor, midesi o kadar bulanıyor ki, kusmaya başlıyor. Ama vuranlar acımıyor, hiçbir şeye acımıyor, ne kusmasına, ne kanamasına, vuruyorlar, vuruyorlar...

Gözlerini açtığında ağzında kurumuş kusmuğu ve beton zemine yapışmış kanlı saçlarıyla, içeriden belli belirsiz bir müzik sesi işitiyor. Neredeyse her yanı sızlayan bedenini dinleyemiyor artık, ne de kanayan yerlerini. Sadece bir kez daha görmek istiyor ışığı, bir kezcik, son bir defa. Karanlıkta ölmek kahrediyor onu, ışıksız..

Ayak sesleri gene bitiveriyor yanında ve yüzüne inen ayak darbesi ile inliyor kan kusan dudaklarıyla.. Yarım yamalak İngilizce konuşan soğuk bir sesi yanıtlayamıyor, o kadar bitkin ki... Gözkapaklarını hareket ettirebildiğini anlıyor birden, darbelerin etkisiyle gevşeyen bağdan. Açıyor gözlerini siyah kalın kumaşın içinde, başı yerdeyken, vurmalara ara verilmişken, kulağında o müzik, yukarı bakıyor. İlk gördüğü bu loş ışık bile gözlerini yakarken, tavanda iki duvar arasına ağ kurmuş küçük örümceği görüyor. Örümcek ona bakıyor sanki, bu yalnızlığındaki ilk arkadaşına. Yaraları sızlayarak gülümsüyor örümceğe bakarken, bu anı, ölse bile, bu örümceği unutmamak için kendisine söz veriyor. Ve kaymış gözlerini kapatıyor gene karanlığa...

..........................................

Yaklaşık 8 gün sonra kirli çarşaflı ve sidik kokan küçük bir klinikte başını kıpırdatmadan yatarken örümceği düşünüyor hala. Anılarında tek sığınabildiği canlıyı, donmuş gözyaşlarıyla anıyor...

.........................................

Yaşanmışlık çok başka. Yaşamak ve yaşananı dinlemek o kadar ayrı ki birbirinden.

Parlak giysileri ve pahalı yüzükleri ile ellerindeki kadehleri kaldıran cebi ve banka hesabı şişkin adamların yanında küçük bir bardağa koyduğu votkasını usulca içerken ve katıldığı her üst düzey iş toplantılarında, modern döşenmiş, akustiği güçlü seminer odalarında, oturturken bedenini ceylan derisi koltuklara, o tahta iskemlenin dostluğunu arıyor hep. O dostunu, dost örümceğini unutamıyor bir türlü. O an ona vurmayan, acı vermeyen, kanatmayan tek canlıyı, dost örümceğini....

Yaşanmışlık çok başka. Yaşamak, özenle kurgulanmış ve ak kağıtlara basılmış kitaplardan akmıyor yüreklere. Yaşamak dengede ya da dengesizlikte olma halini getirmiyor ruhlara. Yaşamak bir satranç turnuvasındaki taktiklerle kazanılmıyor. Yaşamak sayılarla düşünmeyi kaldıramıyor sadece, ya da harflere gömülmeyi. Yaşamak güzellikleri, güzel insanları harcamakla yüksenilecek bir merdiven de değil. Yaşamak çok değerli, ne olur küçük sıkıntılarla dokunmayın bu bize sunulmuş hediyeye.

Ne olur gözyaşı olmasın, ağlamayın, ağlatmayın. Yaşam her an elimizden alınabilir bir emanet çünkü.

Beni belki de bir kişi okuyor şu an biliyorum (betül), ama sesim gitmese de enerjim gitsin tüm duyurmak istediklerime.... Birbirimizi kaybetmeyelim, kazanalım ve yaşamımızı değerli kılalım olur mu?

Diyorum ya hep, temennim tüm dünyada yaşayan insanların güzellikleri bulması ve bulduğu güzellikleri koruması....

19 Şubat 2011 Cumartesi

Gerçekler ve Güzellikler

Hayatımız, gerçeklerle güzelliklerin örtüştüğü oranda yaşanılır oluyor değil mi? Bence gerçekler güzeldir zaten, ama gerçek gerçekler. Başka türlü bir anlatım şekli bulamadım bu anlatmak istediğime bu kez. Gerçekleri, gerçeklerimizi bile karıştırırken bu yüzyılda...

"Gerçekler acıdır" kelamını oldum olası sevmememin sebebi de budur. Gerçekler güzeldir, güzellikler gerçektir. Oysa ne acıdır ki genelde gerçekler korkutur, gerçekler hüzün verir, güzellikler ise ulaşılmaz olandır. Dahası bu böyle bilinir, böyle yaşanır durur. İşte "acı" budur; bir şeyi, herhangi bir şeyi olduğundan başka yaşamak, sanmak,  gölgesini bilmek aslı yerine. Hayatımızı oturtmak kolaydır sayı doğrularına, zor olanı ise harflerle oluşturmaktır saydam yapıyı. Harfler şekilsizdir çünkü, boşlukları çoktur, şekilleri eğri-büğrüdür, yan yana üst üste dizilince düzgün kenarlı çokgenler oluşturmazlar. Karmaşıktır, ayrıntılıdır, uğraşması, sahip olunması zordur.

Bir arkadaşım kitap yazmaya karar vermişti, yazmak isteği gerçek, yazacağı şey güzellikteydi. Yazmak istediğini biliyordu sadece, ne yazacağını bilmeden, nasıl yazacağını bilmeden, ne ile başlayacağını. Hayatını düzgün çokgenler ve uzun belirgin çizgiler üzerine inşa etmiş, harfleri içine hapsetmişti. İçindeki öyküler kalın ciltlerle kaplanmış, sayfaları neredeyse hiç açılmamış, yansıttıklarının milyon katını saklarken, o, çizgilerle yaşamaya devam ediyordu. Çizgilerle huzurluydu çünkü, çizgilerle güvendeydi. İçini kimseler bilmiyordu, göremiyordu, gördüklerini sanıp harflerine dokunduklarını düşünseler de her bir dokunuş o kalın çizgilerin ötesine geçemiyordu.

Gerçek ile güzelliği o kalın çizgisiyle ayırmıştı, birbirlerine dokunsalar, darmadağın olmaktan endişe duyuyordu, birbirlerine yaklaşmalarına izin veriyor ama görüşme saatlerini hep kısa tutuyordu içerideki mahkumun. Harfleri çok güçlüydü, yürek çeperlerine her vuruşlarında öylesine sarsılıyordu ki. Bu sarsılmalara kendince bir çözüm bulmuştu; küçük bir alan inşa etmişti, duvarları saydam. Harflerini oraya alıyordu ara ara, dış dünyaya akıp karıştırmadan o saydam duvarın önüne getiriyor ve dışarısını izlettiriyordu. Harfler, güneşi, aydınlığı, gündelik hayatı, yaşanan hayatları her gördüklerinde çılgınca bir o yana bir bu yana koşturuyorlar, avazları çıktığı kadar haykırıyorlardı. Ama o saydam duvar ne sesi iletiyordu, ne de görüntüyü. Sadece harflerin gölgeleri vuruyordu diğer tarafa, yaşanılan hayat kısmına. Onu gördüğünü, bildiğini, duyumsadığını, tanıdığını sananlar, işte bu gölgeleri görüyordu sadece!

Harfleri ışıklıydı, görenin gözlerini kamaştırırdı, güzeldi, tüm güzellikleri kıskandırırcasına. Harflerini çıplak gözle gören sevdalanırdı, tutkulanırdı, meftunu olurdu. Ama gören aynı zamanda yok olup gitmeye mahkumdu, gördüklerini ne kimseye anlatabilir, ne orada durabilir, ne gidebilirdi. Bu yasaklı alana girenin cezası yitip gitmekti, güzelliği görmenin cezası buydu bu yüzyılda çünkü...

Harflerinin gölgelerini görenler hayrandı ona, O, gölgelere konuşuyordu, gölgeler insanlara ve harflerini ancak bu şekilde dizginleyebiliyordu.

Yazacaktı, bir gün yazacaktı elbet. Ama soru şuydu: gölgeleriyle mi, gerçekleriyle mi harflerinin?

Gerçekler ve Güzellikler...

Kaybetmeyelim her ikisini de, bulmak, bulabilmek o kadar zor ki ah! Her ikisi de öylesine değerli ki. Gölgelerden çok var, istediğin kadar bu hayatta. Gölge mutluluklar da gölge gerçekler de çok kolay ki, ve zaten her yanımızı kuşatmamışlar mı?

O arkadaşımı karşıma alıp, hatta yakasına yapışıp "Ne olur artık gölgelerle değil, içindeki gerçeğinle ol, bak nasıl da alıştın gölge hayatlara, gölge insanlara... Artık gölgeli yazma, aç ışıklarını. Yazabilirsin, çok kolay, sadece KENDİN ol yeter, sadece içindeki Gerçek Güzellikleri serbest bırak yeter, şu ana kadar yazamamanın sebebi de bu işte; içindeki ışıklı harfler gölgelenmek istemiyorlar ki!"

Gerçekler ve Güzellikler.... Kaybetmeyelim ne olur.


NOT: Libya şu aralar biraz karışık. Halkın birbirleri ile iletişimini kesmek için internet hatlarını kapatıyorlar genelde, umarım bir boşluk bulup yayımlayabilirim yazımı.

18 Şubat 2011 Cuma

Deniz ve Mehtap

Benim için dinler misiniz bir de?

Bu kadar mı hoş anlatılır bir ayrılık, ayrılığın acısı, hüznü, tüm hoşluğuyla, acımadan, acıtmadan, ama hissettirerek...

Sanırım ben o dönemlerin adamı oldum hep... Ve bundandır bu döneme aykırılığım, kim bilir?

http://www.izlesene.com/video/deniz-ve-mehtap/646717

16 Şubat 2011 Çarşamba

Küçük

Küçük bir hikaye yazmaya karar verdi. Küçük, yalın, kısa, yormayan, yorulmayan.
Hayatı hep küçük yaşıyordu; işi küçüktü, evi küçük, umudu küçük, hüznü küçük, gözleri küçük, gülüşü küçük...

Arkadaş gurubu küçüktü, küçük yerlerde küçük konuşmalar eşliğindeydi küçük sosyal hayatı.

Küçük mutluluklar alıp, küçük kanatlarıyla taşıyordu küçük bedenini. Küçük kızıyordu hayata, kendine, etrafındakilere. Küçük kırıklıkları vardı, küçük ekmek kırıntılarını atarken küçük kuşlara.

Küçük öyküsünü yazdı ve bitirdi çabucak, yormadan yorulmadan. Küçük bir de not yazdı başına:

"Küçüğüm'e..."

Hayır'lara alışkınlık

Şu an benimle aynı yıl doğumlu bir arkadaşımla sohbet ediyoruz. Geçmişi anıyoruz; farklı yerlerde başka hayatlar yaşasak da aynı dönemin çocukları olmanın o inanılmaz paydasını bölüşüyoruz. Anılarımız neredeyse tamamen aynı, çocukken hissettiklerimiz, başımıza gelenler, yokluklar küçük umutlar, ezilmişlikler, ama odun sobasının başka hiçbir yerde bulunmayan sıcaklığı. Hala karşımda ve hala konuşuyor arkadaşım ve anlatırken gözlerinin parladığını görüyorum çocukluğunu. Anılar ortak; ilk siyah-beyaz televizyonda karlı ekrana bakarken ekrandaki o küçük noktalara dalışımız, mahalle abilerine hayranlıklarımız, sapanla nişan alıp şişe kırışlarımız, babamızdan yediğimiz dayakları kanıksayışımız, annemizin salça ekmeklerini iştahla mideye indirişlerimiz, ve "hayır"lara boyun eğişlerimiz. Benim dönemim hayırlara alışkın, kabullenir büyüdü çünkü.

İsterdik, talep ederdik, cevap genelde hayırdı.

Yeni bir ayakkabı, arkadaşımızdan gördüğümüz ve genelde Almanyadan gelen bir oyuncak, bisiklet, dondurma, çikolata, kola, Japon dijital kol saati... Hepsi hayırdı. Asla ilk adımda kabul olunmazdı. Asla hemen alınmazdı, hatta hiç alınmazdı. Büyükler hayır dediler mi akan sular dururdu, karşı gelinmezdi. Baş öne eğilir, kabullenilir, neden diye sormak bile akla gelmezdi.
Hayırlara alışkın büyüdük biz, beslenme çantamıza ne konsa onunla yetindik, evimiz neredeyse orada, o hayatla yaşadık, abilerimiz ablalarımız sol ellerini kaldırıp sol kaldırımlarda seslerini yükseltmeye çalışırken bizler uslu çocuklardık, babamızdan korkan, annemizden terlik yiyen.
Hayırlara alışkın büyüdük biz, ondandır bu ezikliğimiz ara ara yoklayan bizi güncel hayatımızda, kalbimizin büyük olmasına sebep, elektronik hayatla mekanik hayat arasına sıkışma nedenimiz. Ondandır birşeylere sahip olurken illa savaşmamız. Ondandır içimizde bir yerlerde kalan kaybetme korkusu, sahip olduklarımıza alışamama hali.

Hayırlara alışkın büyüdük biz. Hayırları aldık ama iade edemedik, içimize koyduk
"Hayır" dediler, "tamam" dedik.
"Tamam mı?" dediler, "hayır" diyemedik.

14 Şubat 2011 Pazartesi

Hayatın Çıkmaz Sokakları.

Hepimizin başına öyle ya da böyle gelmiştir; yanlışlıkla ya da emin olarak saptığımız sokağın çıkmaz sokak olması. Zordur çıkmaz sokağa sapmak, zor olanı sapmak değil de çıkmaz olduğunu anlamaktır aslında.
Onca yol yürünmüştür ki yollar bizi mutlaka bir yere iletirler. Oysa bu sokak çıkmazdır, yol biter, yürünemez, aşılamaz. Tek çare geri dönmektir. Onca yürünen, zahmeti çekilen yolu gerisin geriye gitmek. Gerilemek yani.. Ne zordur!

Eylemsel hayatta iş böyle iken hayatın çıkmazlarına sapmak, o yolun çıkmaz olduğunu görmek, hem de taaa yolun sonunda. Nasıl da acıdır, nasıl da koyar gidene, neden çıkmazdır ki ah! Yok mudur bir çıkarı, bir gideri? Tam da yolun sonunda sokağın çıkmaz ucunda durup bakar bir süre yolcu. Bir umut, tutunacak bir dal arar durur. Tam anlamıyla durur, yürüyemez ki artık, hayat akıp giderken, o, durma halindedir. Kahretsin ki bir tabela da yoktur "Çıkmazdan önce son çıkış" uyarısıyla.

Kararını kendi almıştır, adımları kendi atmıştır, kime kızabilir ki bir yandan da? Ne acıdır, belki de en acıdır, kendine kızmak, kendine küsmek, kendinden gitmek. Yapmıştır, hatasını çekecektir, ama neden bu yol çıkmazdır ki? Çıkmaz ise neden böyle bir yol vardır ki en baştan? neden girişi vardır da, çıkışı yoktur?

Hayattır bu, koskoca bir hayat, zaman acımasızca akarken o durmaktadır.Sokağın sonu hayatın sonu gibidir o an, ruhu kısılmıştır, kanatlarına ağır katranlar dökülmüştür.Solmuştur, bitkindir. Yol gerisin geriye iter onu, o hep ileriye çeken yanı karanlıktadır artık. Düşünür, yürürken düşünmediğini durduğunda düşüneceğini bilse hiç evden çıkmayacağını düşünür. Adımları boşa atacağına bacaksız olmayı düşünür. Çıkmazdadır, umudu da yüreği de çıkmazın ortasına savrulmuştur. Soluklanmak için olsa gam yemez, dinlenmek olsa bu, ona da eyvallah. Ama durmuştur, durdurulmuştur işte!

Tek başınadır, diğer çıkmaz sokaklar ve çıkmaz sokak yolcuları yarenlik edemez ona. Her çıkmazın tek yolcusu vardır nedense ve her paralel sokak başka yalnızlara çıkmazdır.

Direnmeye çalışır, başaramaz, hayalleri çıkmazdadır...
Çıkmaya çalışır, beceremez, gücü çıkmazdadır...
Yalvarmaya çalışır, duyuramaz, gururu çıkmazdadır...
Unutmaya çalışır, yapamaz, aklı çıkmazdadır...
Gülümsemeye çalışır, nafile, tebessüm çıkmazdadır...
Ağlamaya çalışır, boşalamaz, hüzün çıkmazdadır...
Bırakmaya çalışır, bırakamaz, gönlü çıkmazdadır...
Sahiplenmeye çalışır, itilir, sarılmalar çıkmazdadır...
Anlamaya çalışır, kavrayamaz, bilgi çıkmazdadır...
Anlatmaya çalışır, anlatamaz, anlayış çıkmazdadır...
Yaşamaya çalışır, canlanamaz, ruhu çıkmazdadır...
Ölmeye çalışır, sonlanamaz, bedeni çıkmazdadır...
Direnmeye
Çıkmaya
Yalvarmaya
Unutmaya
Gülümsemeye
Ağlamaya
Bırakmaya
Sahiplenmeye
Anlamaya
Anlatmaya
Yaşamaya
Ölmeye
Çıkmazdadır...
Çıkmaz da
Çıkmaz!

12 Şubat 2011 Cumartesi

Kalbinizle Yaptığınız her şey..

"Kalbinizle yaptığınız her şey size geri dönecektir".... Mevlana'nın sözü..

İki gün önce posta kutumda buldum bu yazıyı, işin tuhaf yanı göndereni tanımıyordum. Çoklu guruplara gönderilen ve her gönderenin bir o kadar daha gurubu ekleyerek neredeyse bir "mail tarikatına" çevirdiği maillerden sanmıştım oysa.
Hayatın dakikaları çok farklıdır; hızı, süresi, başlangıcı, bitişi. Bunu yarattığımız zamana endeksleyince sıradanlaşıyoruz, ne garip. Yani olağan hayatı seçersek her şey yolunda. Hayatın dakikalarını sarmalayıp bileğimize bağladığımızda ise sokaktan geçen biri "saat kaç birader" diye sorunca onu yanıtlayamıyoruz bir türlü.

Bazen düşünüyorum hayatın dakikalarıyla mı yaşamalı, yarattığımız ve 6 milyardan fazla insanın uyduğu dakikalarla mı?

Cevap aslında herkesin kendisinde değil mi? Buraya ne yazarsa yazsın şu parmaklar, cevabı okuyanlarda. Hayatın dakikalarıyla yaşayınca acaba aldığımız kararlar, edindiğimiz tecrübeler yaratılan zamana göre anlık ve hayatın dakikaları baz alınınca yıllara mı bedel?

Aslında her sorunun cevabı içinde gizli değil mi? Bu da bir soruydu ve cevabı içindeydi. Cümlenin sonuna gene "değil mi?" eklesem bir mantık sarmalı yaratırdım.

Kalbinizle yaptığınız her şey size geri dönecektir... Hadi analizini yapayım bu sözün ve getirdiği anlamın.. kendimce..

Sondan başlayacağım, yani edilgen eylemden "geri dönecektir". Demek ki bir şeyler gidiyor, uzaklaşıyor. Peki o giden ne? Bu beni etken eyleme götürüyor: "Kalbinizle yaptığınız her şey". Kalple yapılan şeyler nedir? Sevmek, nefret, iyilik, kötülük? Birbirinin karşıtı olan ama belki de zıttıyla var olan tüm duygu kümeleri, kalp ile yapılan. Esas nokta da bu; kalp ile yapılan, yürekten olan, öylesine değil, yapmak için değil.

Ben kalp ile yapacağım, ama o bende kalmayacak, gidecek. Demek ki yürek ile yapılan gitmeli önce, sende bende kalmamalı, terk etmeli, tutulmamalı, bırakılmalı, özgür kılınmalı. Sonra da bekleme süresi, gelmesi için. Nasıl gelecek bilinmiyor, ne zaman nereden ya da. Ama gelecek bu kesin.

Ters bakış açısıyla: "Kalbinizle yapmadığınız her şey size geri dönmeyecektir". O halde gidip geri dönecek her şey kalbimizdendir. İçimizde kalanlar ise yürek dışı olanlardır.

Hayatın dakikaları... gönülden yapılanlar... gidenler... geri dönenler... gitmeyip bizde kalanlar....

İletişimde bulunduğumuz insanların çokluğu bizi Greenwich'e yaklaştırırken, kendimizde gözlerimizi açtığımız o yalnız her dakika, hayatın dakikalarına ekleniyor aslında. Yüreğimize sığınıp, ışıkları açıp, kendimizde kaldığımız o sadece bize ait olan her dakika...

Yorum olabilir ama yorumlara yorum olmayacak, çünkü buraya yazılan her yazı hayatın dakikalarında yazılacak, sadece hayatın dakikalarında...

1 Şubat 2011 Salı

Mavi Gümüş (SON..)

Roman uzundu, yüzlerce sayfa..
Sonra öyküleşti...
Sonu da şöyle bitti:


Reis: Bir Cuma günü kendisini sevdasının kollarına bıraktı, Salacağın iki kilometre ilerisinden çıkardılar cesedini

Eşref: Sebahat hemşire ile evlenip memleketine döndü, küçük bir bostana verip kendini kızına türküler yaktı.

Acar: Babasını 17 yaşında akciğer kanserinden kaybetti. Annesi ve kız kardeşiyle Beşiktaş'ta kiralık bir eve taşındılar. Doktor oldu, ihtisasını iç hastalıklarından yaptı. Selma öğretmen oldu ve kendisini Anadolu'ya kattı. Acar hiç evlenmedi.

İzzet: Izdırabından, büyüden, Arabistan'dan kurtulamadı. Bir gün tavana astığı ve boynuna doladığı iple buldular cansız bedenini. Pınarına ve küçük Gamzesine yazdığı küçük bir not koymuştu gömleğinin cebine. Onu bulan ev sahibinin kuzeni gömleğini çalınca bu notu yırtıp attı Arabistan sokaklarına. Pınar hiç haber alamadı kocasından ve son nefesini verirken gözleri aralık duran oda kapısındaydı hala bir umutla.

Görkem: Hayalini kurduğu üniversitenin istediği bölümünü kazanıp, aynı branşta master programı için İngiltere'ye gitti. Aytül ile 21 Aralık'ta İstanbul'da, çok kalabalık bir düğünle evlendiler. Ani bir kararla Kanada'ya yerleştiler. İkiz çocukları oldu; bir erkek, bir de kız. Görkem yıllar sonra mahallesini ziyaret ettiğinde ağladı.

Aytül: Her gün babası için gözyaşı dökse de Görkemine bunu hiç belli etmedi. Bir yanı hep vatanında kaldı. Şimdilerde bir deneme yazıları yazıyor ve ilki geçen hafta yerel bir dergide yayımlandı. Ülkesine hiç dönmedi, bir daha bırakamaz korkusuyla. Kanada'ya yerleşmeden, bir yaz günü, rıhtımda, Mavi Gümüş'ün resmini çekti. Bu resmi çocuklarının odasına astı.

Aslı: Okuldan tanıştığı bir öğretmenle evlendi. Kalbinin en derin ve en özel yerine gömdüğü Adil'i hiç unutmadı. Gözleri daldığında hep onu düşündü, onu düşünürken sadece gözleri daldı, yaşadığı müddetçe...

Adil: Bir Salı günü babasının elini öpüp izin istedi. Nami amca anlamıştı ama yapacağı hiç bir şeyin olmadığını da biliyordu. Ağlayarak sarıldı oğluna ve selametle uğurladı onu. Adil gitti...
Hiç kimse Adil'den haber alamadı o günden sonra. Adil belki de ruhunu özgürleştirmişti artık, özgür kılmıştı. Belki de toprağa katmıştı kendini ve taşıyamadığı yüreğini...Bunu kimse bilemedi...

Mavi Gümüş (16)

İşten çıkınca gördüğü gözler Aytülün tüm ızdırabını bir anda alıp yok etmeye yetmişti. Görkemi, elleri ceplerinde bakışları uzaklarda  bir yere bakar gibi bekliyordu işte karşı yolda. Bir an ona şaka yapmayı düşündü, gizlice arka kapıdan geçecek, yolun karşısına daha uzaktan geçip arkasından yanaşacak ve sarılacaktı Görkemine. Sonra vazgeçti. Öylesine özlemişti ki onu, bu şakanın hazırlanması için geçecek süreye kıyamıyordu. Mutluluğu yüreğinden tüm bedenine yayılmış ve yüzünde güller açarak ilerlerken karşı yolda görkeme doğru ilerleyen birisini gördü. Aman Allahım, Adil abiydi bu! Bir an ne yapacağını şaşırdı, kalakaldı yolun bu yanında. İşin kötüsü Adil abi de görmüştü onu ve şaşkınlık-gülümseme karışımı bir yüz ifadesiyle kendisine doğru yürümeye başlamıştı. Ama o da ne? Görkemi de onu görmüş ve hemen Adil abinin yanında karşıdan karşıya geçmeye başlamıştı. İkisi o kadar yakın yürüyordu ki görenler birlikte olduklarını sanırdı. Aytül şaşkınlık ve ne yapacağını, ne düşüneceğini bilmez bir halde bekliyordu bu hayatında çok önemli yer kaplayan iki insanı; abisini ve sevdalısını..

- (Görkem): Aşkımm
- (Adil ): Aytülll
- (Görkem): ?
- (Adil): ?
- Merhaba Adil abi, Görkem, hoşgeldin.

Aytül'ün sesinin titreyerek ama sakin kalmak için savaşarak söylediklerine gülümsedi Adil ve hemen ortamı devralması gerektiğini anladı.

- Demek bizim kızın gönlünü çalan sensin delikanlı
- Şey, evet efendim

Görkem de kızarmıştı. Ama Adil'in gülen sevgi ve anlayış dolu gözleri ona garip bir huzur vermişti.

- Hadi gelin bakalım çocuklar, biliyorum sevdalı zamanlarınızı geçirmek istiyorsunuz el ele ve yalnız ama Adil abiniz de sizi görmek istiyor biraz.

İkisinin ortasına geçip kollarına girdi ve yürümeye başladılar birlikte. Görkemin kanı nasıl da ısınmıştı Adil'e, sanki gerçek abisiyle kol kola yürüyor gibiydi.

Onları bıraktığında bir anlık ama geçici olduğunu bildiği mutlulukla dolmuştu Adil'in yüreği, yalnızlığına doğru atarken adımlarını. Hep yalnızdı, sürekli yalnız, çıldırasıya yalnız.

- Var ya sen hiç yalnız kalmayacaksın, asla ama! Hep yanında olacağım ben, bana Güzel Aşkı getiren adam...

Sözler... İçi o an tamamen dolu, ama geleceğe yenilen sözler. Bir erkeğin kalbi o kadar küçüktür ki kadına nazaran, ama o küçük kalp bir kere inanmaya görsün, neredeyse tüm insanlığı kucaklayacak kadar büyür. Neredeydi şimdi ha? Neden yoktu ki, neden gitmişti? Kızamıyordu ona, nefret edemiyordu, ne yargılayabiliyordu, ne bağışlayabiliyordu. Erkek incinince tamamen yok olurken, kadın bir şekilde tutunabiliyordu hayata. Oysa hiç bir şey yapmamıştı ki, sevmekten başka. Hiç, ama hiç bir şey düşünmemişti ne öncesini ne sonrasını. Sadece sevmişti, tüm benliğiyle sevmişti. Acaba sevdalanmak hata mıydı? Böylesine sevdalanmak, iç verircesine, içine alırcasına akmak. Yıllarca sarsılmış, bu sarsılmalar biter sanmıştı, ama olmamıştı. Onu içinden atmadıkça da olmayacaktı ki. Ama nasıl? Nasıl atabilirdi ki, bunu nasıl başarabilirdi?

Yürürken ve bunları düşünürken yorgun beyni, bir türkü mırıldanmaya başladı, melodisi acıklı, acıtan. Acı... Acı mı insanlara geliyordu, insanlar mı acıya yürüyorlardı. O'ndan sonra attığı her adım gibi, her adımda acıya yürümesi gibi. Bu düşüş ne zaman sonlanırdı ki? Ne çok soru vardı etrafta böyle, soru iklimi, soru yağmuru yağdırıyordu dört bir yanına ve onun açacak ne bir şemsiyesi, ne de kaçacak bir köşesi vardı.

- Sorular yok bizde sevgilim, cevaplar var sadece, bizim cevaplarımız. Ben böylesine sana bağlanacağımı bilmiyordum, ve çok soru sordum kendime Adilim, ama baktım ki bir cevap var, sadece tek.. Güzel Aşk...

Keşke şimdi sorabilseydi ona "neden"? Neden ki? Tabakasını çıkardı ve sarmaya başladı kız saçlısını. Şose bir yola sapmış yürüyordu, elleri misketlerinde. Kaybetmişti, kayıplardaydı. Onu kimse anlayamazdı, O bile!
Gözleri yaşarmayalı kaç zaman geçmişti, yüreğini söküp çıkardığında. Kendini öyle yalnız hissediyordu ki; sanki o bu dünyaya aitti tek ve diğerleri misafirdi. Bastığı her toprak parçası onundu, dolaştığı her diyar kendine aitti sadece. Toprak nasıl da çekiyordu tenini. Ölüm nasıldı acaba? Gözler cansızlaşınca, o son gördüğü ışık yavaş yavaş karanlığa bürününce. İnandığı her şey geride kalırken, ruhu acaba ancak o zaman mı özgür kalacaktı? Belki de özgürlüktü ölüm. Herkesin peşinden koştuğu, sahip olmak istediği özgürlük belki de bu dünyaya ait değildi ki zaten. Gözlerindeki nemi kurutalı kaç zaman geçmişti de içindeki kuraklığı kabullenememişti bir türlü.

Yanından, berisinden geçen insanlar hangi yöne gidiyorlardı? Biliyorlar mıydı ki bu adam yönsüzdü artık, enlemsiz, boylamsız, noktasız... Ellerini sıktı bilyelerindeki. Hayatı da böyle sıkabilir miydi? Ellerine alıp oynayabilir miydi yaşamla? Hava kararıyordu Adilin üstüne, İstanbul gözlerini yummuş dağılmasını bekliyordu avucuna aldığı şehir insanlarının. Sonra o gözlerini tekrar açacak, kirpiklerine en siyah rimeli sürecek, göz kapaklarını koyu laciverte boyayacaktı. İstanbul seviyor muydu acaba Adili?

- Neden seviyorsun geceleri bu kadar aşk?

Geceler yalnızdı da ondan. Geceler kucaklardı terkedilenleri. geceler sarmalardı yalnız ruhlarını. Geceler boyu ağlanırdı. Bir yalnızı ancak başka yalnız anlardı çünkü. El uzatmazdı, öylecene gelir yanına oturur, susmadan konuşurcasına konuşmadan susardı. Elini uzatmazdı, uzatılan her el nasılsa bir gün bırakıyordu birden bire, parmaklarını bile gevşetmeden.

- Seni hiç bırakmayacağım Adilim, hiç ama hiç...

Uzun yollar akarken üstüme
Yalnız seni sevdim ben
Küçük periler geldi üstüme
Yalnız seni sevdim ben
Akarken ateşler üstüme
Yalnız seni sevdim ben
Acıyı örterken üstüme
Yalnız seni sevdim ben
Veda ederken kendime
Yalnız seni sevdim ben
Yalnız sevdim ben
Yalnız sevdim....
Yalnızdım... sevdim...
Sevdim... yalnızdım...

30 Ocak 2011 Pazar

Mavi Gümüş (devam..............)

Onu ikinci görüşü Amerikan Kız Lisesi’nin bahçesiydi. Dizleri nasıl da güzeldi eteğinin hemen altında görünen. Yağmur yağıyordu usul usul ve Adil usul usul seviyordu Aslı’yı. Kıpır kıpırdı Aslı, arkadaşlarına şakalar yapıyor, sürekli gülüyor, yaramaz bir küçük kedi gibi bahçede oradan oraya koşuşturuyordu. Adil’i görünce bir an duraklıyor, sonra elleriyle kulak memelerini tutup aşağıya çekerken dilini çıkarıyordu ona ve gülümsüyordu. Koşarak yanına geliyor, kendilerini ayıran büyük dökme demir kapının siyah demirlerine yaslıyordu yüzünü.

-          Geldin mi Mecnunum!

Hep böyle diyordu ama her defasında. Adil’in kızacağını bile bile ve isteye isteye söylüyordu bunu! Adil bunu çok düşünmüştü; içinde engin, uçsuz bucaksız ve duygu diyarları dolu bir yürek taşıyan bu kız neden böyleydi dışavurumunda; tamamen vurdumduymaz, daldan dala atlayan, bazen dalgacı, uçarı. O büyük yüreğine zarar gelmesinden mi korkuyordu? Hani açsa gösterse insanlara, savunmasız kalacağından mı ürküyordu? Ama onu her haliyle, her şeyiyle seviyordu Adil. Sevmek böyleydi işte; bütününü almak sevdiğinin, pazarlıksız, sorgusuz, değiştirmeden, dokunmadan. Nasıl da seviyordu onu bu ilk haliyle. Zaten sevmelerin sonu böyle gelmiyor muydu; o ilk haline dokunmakla, başkalaştırmakla sevdiğinin. “Güzel Aşkım..” dedi içinden ve bunu çok sevdi. Güzel Aşk…. Aslı onun Güzel Aşkıydı artık.

-          Geldim Aslım
-          Yaaa bana böyle demesene, bak Nezahat duymuş geçende alay konusu oldum
-          Affet beni Aslım ama
-          Of ya bak gene dedin, ne yapacağım seni ben Adilim ya?
-          Ama sen de dedin bak şimdi bana
-          Olsun, ben derim, sana ne! (gülümsüyordu ve nasıl da güzel gülümsüyordu Adiline)
-          Aslım ben ne buldum bak geçenlerde seni düşünürken
-          Ne yani sen ara ara mı düşünüyorsun beni, hani hep aklındaydım?
-          Yok öyle değil (Ah deli kız!) elbette aklımdasın her an
-          Eee o zaman neden geçenlerde seni düşünürken dedin? (hahahaha). Tamam, tamam anlat hadi (nasıl da seviyorum şu şaşkın hallerini, gözlerinin iri iri açılmasını ah Adilimm benim)
-          İşte o an aklıma bir şey geldi, kendiliğinden. Sana Güzel Aşkım diyeceğim ben.
-          Hmmm. Güzel Aşkım demek. Bak sevdim bunu. Bizim aşkımız hep güzel olacak değil mi Adil? Kimse bozamayacak dokunamayacak. Bak eğer öyle olmayacaksa kızarım ben
-          (Ah bebeğim ne tatlısın şu an…. demir parmaklıklı kapı bile güzel seni benden ayıran şu an). Elbette birtanem hep güzel olacak, hep güzeli yaşayacağız biz.
-          Tamam söz verme vazgeçtim, söz verince tutmak zorundasın gibi geliyor
-          Hayır aşkım benim bu söz benden değil, Güzel aşkımızdan
-          İyi tamam öyle olsun. Hadi git şimdi, bizimkiler fısır fısır konuşmaya başladılar gene, gidip dağıtayım şunların havasını!
-          Olur Güzel Aşkım, ama çıkışta görüşürüz değil mi?
-          Tamam, sen gene bekle beni pastanecide, gelirim ben. Haa, limonata buzlu olsun bu sefer, bir de çikolatalı pasta.

Tamam demesine fırsat vermeden Adil’in, bir kelebek gibi uçuvermişti arkadaşlarının yanına. Adil de demin dokunduğu demir parmaklıklara kimse görmeden bir öpücük kondurmuş, sevdiğinin o çok merak ettiği teninin tadını almak istemişti sanki. Daha iki saat vardı okulun dağılmasına, biraz dolaşmalıydı, yoksa onu beklemek, hani hareketsiz ve durarak, o kadar güçtü ki.

Sahile atmıştı kendini, balıkçıların naralarına karıştırmıştı içindeki çığlıkları. Güzel Aşkım, ah güzelim aşkım benim…


-          Abim tazeleyeyim mi?


Silkindi birden. Anılarından bu denli hızlı dönüşü şaşkınlık olarak yansıdı yüzüne. Bir an cevap veremedi, sanki içinde bulunduğu ortamı sezmeye, anlamaya çalışıyordu.


-          Getir koçum, getir…

Çayın tadını aldığında bir anlık huzur yaşadı Adil. Zencefil katardı Aslı çayına, ilk defa kendi eliyle yaptığı çayı özenle getirmiş, “bak bundan böyle çayı zencefille içeceksin, sigarayı da azaltacaksın” demişti, deler gibi bakarken gözlerine…

Aytül, domatesleri ince ince doğrarken bir yandan da sesleniyordu “Baba, Nami amca, Adil abiiii, hadi gelin hazır kahvaltı”. Domatesleri de ekleyip salata tabağını karıştırdı eliyle tuttuğu bir çatal ve kaşık yardımıyla. Bol limon sıkmıştı Nami amca için, çok severdi limonu. Gemlikten halasının yolladığı zeytinyağını da bolca eklemişti. Halası kendi elleriyle yapardı bunu, kendi ağaçlarından ve özlemini, sevgisini katarak içine, yollardı her sene kardeşine ve kuzusuna.
Durup hazırladığı masayı süzdü bir an. Kareli masa örtüsüne dizilmiş, üzeri kırmızı pul biberle süslenmiş zeytin, özenle kesilmiş tulum peyniri, kayısı ve vişne reçeli, biraz paraya kıyıp aldığı Macar salamı, haşlanmış yumurtalar, kekik, tuz, karabiber, bol domatesli salata, kızartılmış ekmek dilimleri, tereyağı, kıymalı çiğ börek ve salatalık turşusu. Hepsi de nazlı nazlı bakıyordu Aytüle, o emektar ve sevgi dolu elleriyle hazırlanmanın keyfindeydi hepsi de.
-          Mmmm ne güzel kokutmuşsun kız mutfağı gene, ah ah seni alan yaşadı diyorum ben her zaman zaten!
-          Günaydın Nami amca, akşam iyi uyudun mu?
-          Nerdee, şu baban bırakır mı hiç, kafam kazan gibi valla
-          Yaaa demek kazan gibi, hadi ordan, asıl sen benimle uğraştın tüm gece
Diyerek girdi Haşmet mutfağa, sonra ikisi de gülmeye başladı, can dostlardı. Aytülün gözü Adil abisini aradı bir süre, ama yoktu. Ayakkabılığa baktı, paltosu yoktu, demek çıkmıştı erkenden. “Ah Adil abi, bak senin için yapmıştım kıymalı çiğ böreği, nasıl da seversin bilirim” dedi içinden. Ama adil abi böyleydi işte, alır vururdu kendini İstanbul sokaklarına her gelişinde. Kimse bilmezdi nerede olduğunu, nereleri gezdiğini. Ah adil abisi ah!
Yürürken beli ağrıyordu Aytülün, babasının ve Nami amcasının tüm direnmelerine rağmen bulaşıkları onlara bırakmamış, her tarafı silip süpürmüş, öyle çıkmıştı evden. İşe de geç kalmıştı ah! Taksi mi tutsaydı? Çantasını açıp cüzdanını çıkardı, birkaç bozukluktan ve otobüs biletlerinden başka bir şeyi yoktu! Koşar adımlarla yaklaştı durağa ve otobüsün duraktan hareket ettiğini gördü hüzünlü gözleriyle. Bir sonraki en az yirmi dakika sonra gelirdi oysa. Saatine baktı, şu an işyerinin kapısından girmeliydi aslında. Şefi gene kızacaktı ona, zaten avans isterken geçenlerde manalı manalı konuşmuştu. Durağa gelip beklemeye başladı çaresizce.
-          Nerdesin gene kızım sen!
-          Özür dilerim Cenk Bey, otobüsü kaçırmışım da
-          Ne özrü kızım, burası dingonun ahırı mı? Bak tam otuz beş dakika geciktin. Bunu düşeceğim maaşından haberin olsun, sonra zırlama ay sonu. Zaten içeriden çektiğin avanslarla maaş mı kalıyor ay sonuna! Bir de üniversiteli olacaksın!
Gözleri doldu Aytülün, dişlerini sıktı ağlamamak için. Başı önde yürüdü tezgâhının başına. Önünde yığınla biriken kumaşa baktı. Gözünden bir damla süzülürken ütülemeye başladı bu yığınlardan aldığı ilk kumaşı.
-          Abi çok gidiyorsun bu kızcağızın üstüne.
-          Sen karışma Erol, bunlar böyledir, yüz verirsin astarını isterler. Acıdık, hem okuyor hem çalışıyor dedik, ama bak bu kaçıncı geç kalışı.
-          Abi babasının hastalığı var biliyorsun, ona bakıyor tek başına, ne yapsın kızcağız, kolay mı ev geçindirmek bu devirde.
-          Bana ne kardeşim, herkesin derdi kendine, gitsin başka şeyler yapsın o zaman! İstese bu güzelliğiyle ne paralar kazanır. İşi bilmiyor ki, yanaşsaydı yanıma ben bakardım ona
-          Aman Cenk abi bu kız öyle değil, diğerleri gibi, sen gitme üstüne
-          Yok yok, bunlar böyledir Erol. Kendilerini pahalıdan satarlar ama hepsi aynıdır, bakma sen. Ama ben biliyorum onu nasıl yola getireceğimi, gör sen.
-          Sen bilirsin abi
-          Ben bileceğim tabii zevzek, hadi git çay getir bana
-          Baş üstüne abi
Alnında birikmiş terleri sildi cebinden çıkardığı mendiliyle Cenk. Göz ucuyla Aytülü izliyordu. Ütü masasını bilerek bu yana koymuştu atelyenin, Aytülü izlemek için oturduğu yerden. Eğilişini, kumaşları alışını, ütüleyişini, sonra özenle katlayarak dolaba kaldırışını izledi. Ne güzel kızdı, hele teni! Maaşını verirken çaktırmadan dokunduğu elleri nasıl da yumuşaktı. Çıplak düşündü onu sonra, çırılçıplak. Erkekliği kabarmıştı gene. Eliyle pantolonundan tuttu organını ve okşamaya başladı. Yetmedi bu ona, fermuarını çözdü ve organını dışarı çıkardı masanın altından. Elleriyle kavrayıp ileri geri sürtmeye başladı ellerinin arasında. Gözlerini Aytülde nefes nefese bunu yapmaya devam etti bir süre. Sonra ani bir irkilme, rahatlamayla boşaldı. Organından fışkıran sıvı küloduna ve pantolonuna bulaşmıştı. “Hassiktir” dedi içinden, batırdık gene üstümüzü başımızı! Masada duran mendilini alıp pantolonu silmeye başlamıştı. Beyaz sıvı pantolonuna iyice bulaşmış, çıkmıyordu. Ceketini ilikleyip bu lekeleri gizleyerek kalktı yerinden. Tuvalete gitmek için yöneldi ama bir an durdu, elindeki sıvı kalıntılarına baktı. Sonra, Aytüle yöneldi. Elleriyle sırtına dokunup sıvıyı sürdü. Sırtında birden bu elleri hisseden Aytül hemen arkasını dönmüş, birkaç adım uzaklaşmış ve soru dolu gözlerle bakıyordu ona.


-          Korkma kız, sırtında örümcek vardı onu attım!

Aytül merakla elini sırtına götürürken oradan kaçarcasına uzaklaştı Cenk. Pis pis sırıtıyordu, dölünü bulaştırmıştı işte kıza! Aytülse duvardaki örümceği hatırlıyordu sarsılarak....

29 Ocak 2011 Cumartesi

Yine, Yeni, Yeniden..

Sezenin sözleri ve Sertab'ın sesinden kulaklarımıza gelen şarkıyı düşündüm az önce "Yine, Yeni, Yeniden"..

Yüreğimdeki fırtına dinmedi hala
Titrerdim, isterdim seni hep kollarımda
Yine bana gel
Yana yana yine beni sev
Beni deli deli sev
Beni yine yine, yeni yeni, yine yeni yeniden sev...

Şarkıdan da anlaşılacağı üzere yeniden başladım yazmaya buraya. Bu şarkıyı bloğum bana söylemeye başlayınca daha doğrusu. Tek farkla ki; Mavi Gümüş'ü buraya yazmayacağım. Hemen kızmayın bana. Onu yazmaya devam edeceğim, kendi başıma ve bitince kim isterse ona yollayacağım. Her kim isterse. Özellikle de Naşide teyzeye.

Bu yazım kısa olsun :)
Hayat kısa hüzünler
Uzun mutluluklar sunsun
Hepimize....