21 Şubat 2011 Pazartesi

Yaşandı bu Öykü...Dost Örümcek

Yıl 1997... Yer Sochi. Demirperde ülkelerinin demokrasiye geçis sancısı, KGB ve polit büro üyelerinin mafyaya dönüşmesi ile kendisini göstermekte. Ülkenin neredeyse tüm kirli para sistemi bu adamların elinde, yönetiminde. Türk inşaat şirketlerinin, özellikle büyük olanların gözlemleyicisi ve açıktan para alıcısı konumundaki bu adamlara o sıralar kimse dur diyemiyor. Sistem öylesine birbirine bağlı parametrelerden oluşmakta ki araya girmeyi deneyen herhangi bir güç ya da düşünce anında acımasızca yok ediliyor.

26 yaşındaki genç ve idealist mühendis satın-alma şefi olarak ilk yurt dışı tecrübesini yaşadığı bu kentte, gözünü ve gönlünü her şeye kapamış olanca gücüyle çalışıyor, gece gündüz demeden. Gurbette kazanacağı parayı biriktirerek nişanlısı ile kuracakları yuvayı hayal ediyor, her tıkandığında, durduğunda ve yorulduğunda bu hayal onu itiyor güçlü elleriyle. Görevi gereği şirket adına yapılan her türlü mal alımının, para transferlerinin ilk sorumlusu, en yetkilisi durumunda. Şirket sahibi bu güvenilir ve yalan söylememeyi kendine kılavuz edinmiş genç mühendise yetki üstüne yetki vermeye başlıyor. Her türlü taşeron görüşmeleri, onların seçimi, çalışılacak firmaların son kararını hep bu mühendisle alıyor. Genç mühendis çok mutlu, çok umutlu. Çalıştığı firmaya yeni sistemler getiriyor, zekasının her dirhemini bunun için karşılıksız, pazarlıksız veriyor.

Bir gün çok kötü bir haber geliyor şirkete, işveren işi geçici bir süre durdurduğunu beyan etmiş yazılı olarak. Sebep göstermeden, dahası özel sebeplerden ötürü başlığıyla. İş durunca ödemeler duruyor, ödemeler durunca da taşeron ve malzeme aldıkları firmalara yapılacak ödeme. Genç mühendis çırpınıyor, eldeki bir avuç paranın en mantıklı, en doğru ve adaletli şekilde dağıtılması için gecelerle çalışmalar yapıyor.

Durum kötü, durum berbat, durum perişan artık. Vatandaşı olmadığı ülkede bir şeyler yapabilmek ise çok güç. Ama o yılmıyor, tüm alacaklıları toplayıp onlara kurguladığı ödeme sistemini anlatmaya çalışıyor, bir çoğunu ikna ederek, o güçlü hitabet gücü ile. Şirket sahibine şahsi tehditler başlayınca, ilk uçakla İstanbula kaçıyor ve telefonla arayıp genç mühendisi onun da gelmesini istiyor. Ama genç mühendis söz'lü, söz vermiş insanlara, söz'lü, söz ağızdan bir kere çıkar diyenlerden, bunu sadece demeyip sonuna kadar inananlardan. Reddediyor bu kaçışı, ne pahasına olursa olsun sözünde durmak istiyor. Var gücüyle savaşmaya başlıyor, kendisine inanıp, maaşını almadan çalışan 2 çalışanıyla; Nicolay ve Petia.

İkna olmayan alacaklılardan bir firma mafyaya başvuruyor ve alacağının tahsil edilmesini belli bir yüzde oranında kabul ettiriyor metazori karcılarına. İsim istiyorlar, veriyor; hala var olan ve savaşan genç mühendisin adını, şirket yetkilisi olarak.

Soğuk bir Ocak gecesi, genç mühendis çalışmaktan ve düşünmekten kaynayan beynini az da olsun soğutmak için ofisinden dışarı çıkıyor. aylardır kalkmayan karın üstünde yürürken en ucuzundan aldığı sigarasını ateşlemeye çalışıyor soğuktan titreyen elleriyle. O sırada arkasından gelen 3 kişiyi farkedemiyor yorgun algı gücü, başına dayanan çeliğin soğukluğunu hissedemiyor bitkin bedeni önce.

Duvarları buz tutmuş bir dağ evinde açıyor gözlerini, başının sol arkasındaki korkunç ağrı ile. Yüzünü acı ile buruşturduğunda yanaklarındaki kurumuş kanını fark ediyor, elleri bağlı bir sandalyeye öylesine atılmış. Her taraf karanlık, zifiri karanlık. Öyle sıkı bağlanmış ki gözleri, gözkapaklarını açamıyor bir türlü, siyah kumaş nasıl da zalim böyle. Görememek, hiç, ama hiç bir şeyi görememek nasıl da zor. Nerede olduğunu anlayamamak, bilememek, kıpırdayamamak nasıl da sancılı böyle! Gözlerinden alıp kulaklarına veriyor tüm duyu gücünü, bir ses, bir seda duymak için çırpınıyor, delirmemek, hayata tutunmak için küçücük, cılız, bir ses sadece...

Nazlı yari düşüyor aklına, sonra annesi, mahalledeki bakkal, tutamadığı istarvitler, yazamadığı şiirler, dinleyemediği türküler.Gözleri öylesine sıkı bağlı ki, gözyaşları delip geçemiyor kapaklarını, içine akıtıyor o da. Başı öne düştükçe ısrarla dikleştiriyor, gövdesini gerip güç bulmaya çalışıyor kendince. Bildiği tüm dualar dudaklarından süzülürken, dışarıda rüzgara karışık ayak sesleri işitiyor birden. Bağlı ellerini sıkıp beklemeye başlıyor içinde kalan tüm yaşama gücü ile. Sesler artıyor, kapının önünde rusça konuşmalar duyup anlamaya çalışıyor, ama nafile. Kapının gıcırtıyla açılması ve ayak seslerinin tam önüne kadar gelmesini dinlerken kuru kanının yapıştığı yanağında büyük bir patlama hissediyor. O kadar ani ki, o kadar şiddetli ki bu tokat, bağlı olduğu sandalyesi doksan derece dönüp vuruyor genç mühendisin başını taş zemine. Kafatasının içi uğulduyor adeta, beton zemine yapışmış saçlarından ince ince süzülen kanının sıcaklığında. Kocaman iki el yakasından tutup tüy gibi uçuruyor onu havada ve tekrar dört ayak üstüne getiriyor sandalyesini. Sandalye acıyla bakıyor bu taşıdığı genç adama ama yaşlı tahtaları duyuramıyor sesini kadere.

Tokatlar devam ettikçe kan çanağına dönmüş kapalı gözlerindeki damarla o kadar şişiyor ki gözlerinin yandığını hissediyor. Ah böyle bağlı olmasa, böyle çaresiz... Vurabilirler miydi annesinin koklayarak öptüğü yanaklarına, yasemin sabunlarla yıkanmış bedenine. Başını kazara ilk yardığında anne elleriyle bastığı ekmek içlerini kanatırcasına geliyor darbeler ardı sıra. Bedenine inen her darbe uyuşturuyor adeta onu, tüm hücrelerini sıkarak, büzerek tenini, darbelerin gücünü azaltmaya çalışsa da, başı dönüyor, midesi o kadar bulanıyor ki, kusmaya başlıyor. Ama vuranlar acımıyor, hiçbir şeye acımıyor, ne kusmasına, ne kanamasına, vuruyorlar, vuruyorlar...

Gözlerini açtığında ağzında kurumuş kusmuğu ve beton zemine yapışmış kanlı saçlarıyla, içeriden belli belirsiz bir müzik sesi işitiyor. Neredeyse her yanı sızlayan bedenini dinleyemiyor artık, ne de kanayan yerlerini. Sadece bir kez daha görmek istiyor ışığı, bir kezcik, son bir defa. Karanlıkta ölmek kahrediyor onu, ışıksız..

Ayak sesleri gene bitiveriyor yanında ve yüzüne inen ayak darbesi ile inliyor kan kusan dudaklarıyla.. Yarım yamalak İngilizce konuşan soğuk bir sesi yanıtlayamıyor, o kadar bitkin ki... Gözkapaklarını hareket ettirebildiğini anlıyor birden, darbelerin etkisiyle gevşeyen bağdan. Açıyor gözlerini siyah kalın kumaşın içinde, başı yerdeyken, vurmalara ara verilmişken, kulağında o müzik, yukarı bakıyor. İlk gördüğü bu loş ışık bile gözlerini yakarken, tavanda iki duvar arasına ağ kurmuş küçük örümceği görüyor. Örümcek ona bakıyor sanki, bu yalnızlığındaki ilk arkadaşına. Yaraları sızlayarak gülümsüyor örümceğe bakarken, bu anı, ölse bile, bu örümceği unutmamak için kendisine söz veriyor. Ve kaymış gözlerini kapatıyor gene karanlığa...

..........................................

Yaklaşık 8 gün sonra kirli çarşaflı ve sidik kokan küçük bir klinikte başını kıpırdatmadan yatarken örümceği düşünüyor hala. Anılarında tek sığınabildiği canlıyı, donmuş gözyaşlarıyla anıyor...

.........................................

Yaşanmışlık çok başka. Yaşamak ve yaşananı dinlemek o kadar ayrı ki birbirinden.

Parlak giysileri ve pahalı yüzükleri ile ellerindeki kadehleri kaldıran cebi ve banka hesabı şişkin adamların yanında küçük bir bardağa koyduğu votkasını usulca içerken ve katıldığı her üst düzey iş toplantılarında, modern döşenmiş, akustiği güçlü seminer odalarında, oturturken bedenini ceylan derisi koltuklara, o tahta iskemlenin dostluğunu arıyor hep. O dostunu, dost örümceğini unutamıyor bir türlü. O an ona vurmayan, acı vermeyen, kanatmayan tek canlıyı, dost örümceğini....

Yaşanmışlık çok başka. Yaşamak, özenle kurgulanmış ve ak kağıtlara basılmış kitaplardan akmıyor yüreklere. Yaşamak dengede ya da dengesizlikte olma halini getirmiyor ruhlara. Yaşamak bir satranç turnuvasındaki taktiklerle kazanılmıyor. Yaşamak sayılarla düşünmeyi kaldıramıyor sadece, ya da harflere gömülmeyi. Yaşamak güzellikleri, güzel insanları harcamakla yüksenilecek bir merdiven de değil. Yaşamak çok değerli, ne olur küçük sıkıntılarla dokunmayın bu bize sunulmuş hediyeye.

Ne olur gözyaşı olmasın, ağlamayın, ağlatmayın. Yaşam her an elimizden alınabilir bir emanet çünkü.

Beni belki de bir kişi okuyor şu an biliyorum (betül), ama sesim gitmese de enerjim gitsin tüm duyurmak istediklerime.... Birbirimizi kaybetmeyelim, kazanalım ve yaşamımızı değerli kılalım olur mu?

Diyorum ya hep, temennim tüm dünyada yaşayan insanların güzellikleri bulması ve bulduğu güzellikleri koruması....

19 Şubat 2011 Cumartesi

Gerçekler ve Güzellikler

Hayatımız, gerçeklerle güzelliklerin örtüştüğü oranda yaşanılır oluyor değil mi? Bence gerçekler güzeldir zaten, ama gerçek gerçekler. Başka türlü bir anlatım şekli bulamadım bu anlatmak istediğime bu kez. Gerçekleri, gerçeklerimizi bile karıştırırken bu yüzyılda...

"Gerçekler acıdır" kelamını oldum olası sevmememin sebebi de budur. Gerçekler güzeldir, güzellikler gerçektir. Oysa ne acıdır ki genelde gerçekler korkutur, gerçekler hüzün verir, güzellikler ise ulaşılmaz olandır. Dahası bu böyle bilinir, böyle yaşanır durur. İşte "acı" budur; bir şeyi, herhangi bir şeyi olduğundan başka yaşamak, sanmak,  gölgesini bilmek aslı yerine. Hayatımızı oturtmak kolaydır sayı doğrularına, zor olanı ise harflerle oluşturmaktır saydam yapıyı. Harfler şekilsizdir çünkü, boşlukları çoktur, şekilleri eğri-büğrüdür, yan yana üst üste dizilince düzgün kenarlı çokgenler oluşturmazlar. Karmaşıktır, ayrıntılıdır, uğraşması, sahip olunması zordur.

Bir arkadaşım kitap yazmaya karar vermişti, yazmak isteği gerçek, yazacağı şey güzellikteydi. Yazmak istediğini biliyordu sadece, ne yazacağını bilmeden, nasıl yazacağını bilmeden, ne ile başlayacağını. Hayatını düzgün çokgenler ve uzun belirgin çizgiler üzerine inşa etmiş, harfleri içine hapsetmişti. İçindeki öyküler kalın ciltlerle kaplanmış, sayfaları neredeyse hiç açılmamış, yansıttıklarının milyon katını saklarken, o, çizgilerle yaşamaya devam ediyordu. Çizgilerle huzurluydu çünkü, çizgilerle güvendeydi. İçini kimseler bilmiyordu, göremiyordu, gördüklerini sanıp harflerine dokunduklarını düşünseler de her bir dokunuş o kalın çizgilerin ötesine geçemiyordu.

Gerçek ile güzelliği o kalın çizgisiyle ayırmıştı, birbirlerine dokunsalar, darmadağın olmaktan endişe duyuyordu, birbirlerine yaklaşmalarına izin veriyor ama görüşme saatlerini hep kısa tutuyordu içerideki mahkumun. Harfleri çok güçlüydü, yürek çeperlerine her vuruşlarında öylesine sarsılıyordu ki. Bu sarsılmalara kendince bir çözüm bulmuştu; küçük bir alan inşa etmişti, duvarları saydam. Harflerini oraya alıyordu ara ara, dış dünyaya akıp karıştırmadan o saydam duvarın önüne getiriyor ve dışarısını izlettiriyordu. Harfler, güneşi, aydınlığı, gündelik hayatı, yaşanan hayatları her gördüklerinde çılgınca bir o yana bir bu yana koşturuyorlar, avazları çıktığı kadar haykırıyorlardı. Ama o saydam duvar ne sesi iletiyordu, ne de görüntüyü. Sadece harflerin gölgeleri vuruyordu diğer tarafa, yaşanılan hayat kısmına. Onu gördüğünü, bildiğini, duyumsadığını, tanıdığını sananlar, işte bu gölgeleri görüyordu sadece!

Harfleri ışıklıydı, görenin gözlerini kamaştırırdı, güzeldi, tüm güzellikleri kıskandırırcasına. Harflerini çıplak gözle gören sevdalanırdı, tutkulanırdı, meftunu olurdu. Ama gören aynı zamanda yok olup gitmeye mahkumdu, gördüklerini ne kimseye anlatabilir, ne orada durabilir, ne gidebilirdi. Bu yasaklı alana girenin cezası yitip gitmekti, güzelliği görmenin cezası buydu bu yüzyılda çünkü...

Harflerinin gölgelerini görenler hayrandı ona, O, gölgelere konuşuyordu, gölgeler insanlara ve harflerini ancak bu şekilde dizginleyebiliyordu.

Yazacaktı, bir gün yazacaktı elbet. Ama soru şuydu: gölgeleriyle mi, gerçekleriyle mi harflerinin?

Gerçekler ve Güzellikler...

Kaybetmeyelim her ikisini de, bulmak, bulabilmek o kadar zor ki ah! Her ikisi de öylesine değerli ki. Gölgelerden çok var, istediğin kadar bu hayatta. Gölge mutluluklar da gölge gerçekler de çok kolay ki, ve zaten her yanımızı kuşatmamışlar mı?

O arkadaşımı karşıma alıp, hatta yakasına yapışıp "Ne olur artık gölgelerle değil, içindeki gerçeğinle ol, bak nasıl da alıştın gölge hayatlara, gölge insanlara... Artık gölgeli yazma, aç ışıklarını. Yazabilirsin, çok kolay, sadece KENDİN ol yeter, sadece içindeki Gerçek Güzellikleri serbest bırak yeter, şu ana kadar yazamamanın sebebi de bu işte; içindeki ışıklı harfler gölgelenmek istemiyorlar ki!"

Gerçekler ve Güzellikler.... Kaybetmeyelim ne olur.


NOT: Libya şu aralar biraz karışık. Halkın birbirleri ile iletişimini kesmek için internet hatlarını kapatıyorlar genelde, umarım bir boşluk bulup yayımlayabilirim yazımı.

18 Şubat 2011 Cuma

Deniz ve Mehtap

Benim için dinler misiniz bir de?

Bu kadar mı hoş anlatılır bir ayrılık, ayrılığın acısı, hüznü, tüm hoşluğuyla, acımadan, acıtmadan, ama hissettirerek...

Sanırım ben o dönemlerin adamı oldum hep... Ve bundandır bu döneme aykırılığım, kim bilir?

http://www.izlesene.com/video/deniz-ve-mehtap/646717

16 Şubat 2011 Çarşamba

Küçük

Küçük bir hikaye yazmaya karar verdi. Küçük, yalın, kısa, yormayan, yorulmayan.
Hayatı hep küçük yaşıyordu; işi küçüktü, evi küçük, umudu küçük, hüznü küçük, gözleri küçük, gülüşü küçük...

Arkadaş gurubu küçüktü, küçük yerlerde küçük konuşmalar eşliğindeydi küçük sosyal hayatı.

Küçük mutluluklar alıp, küçük kanatlarıyla taşıyordu küçük bedenini. Küçük kızıyordu hayata, kendine, etrafındakilere. Küçük kırıklıkları vardı, küçük ekmek kırıntılarını atarken küçük kuşlara.

Küçük öyküsünü yazdı ve bitirdi çabucak, yormadan yorulmadan. Küçük bir de not yazdı başına:

"Küçüğüm'e..."

Hayır'lara alışkınlık

Şu an benimle aynı yıl doğumlu bir arkadaşımla sohbet ediyoruz. Geçmişi anıyoruz; farklı yerlerde başka hayatlar yaşasak da aynı dönemin çocukları olmanın o inanılmaz paydasını bölüşüyoruz. Anılarımız neredeyse tamamen aynı, çocukken hissettiklerimiz, başımıza gelenler, yokluklar küçük umutlar, ezilmişlikler, ama odun sobasının başka hiçbir yerde bulunmayan sıcaklığı. Hala karşımda ve hala konuşuyor arkadaşım ve anlatırken gözlerinin parladığını görüyorum çocukluğunu. Anılar ortak; ilk siyah-beyaz televizyonda karlı ekrana bakarken ekrandaki o küçük noktalara dalışımız, mahalle abilerine hayranlıklarımız, sapanla nişan alıp şişe kırışlarımız, babamızdan yediğimiz dayakları kanıksayışımız, annemizin salça ekmeklerini iştahla mideye indirişlerimiz, ve "hayır"lara boyun eğişlerimiz. Benim dönemim hayırlara alışkın, kabullenir büyüdü çünkü.

İsterdik, talep ederdik, cevap genelde hayırdı.

Yeni bir ayakkabı, arkadaşımızdan gördüğümüz ve genelde Almanyadan gelen bir oyuncak, bisiklet, dondurma, çikolata, kola, Japon dijital kol saati... Hepsi hayırdı. Asla ilk adımda kabul olunmazdı. Asla hemen alınmazdı, hatta hiç alınmazdı. Büyükler hayır dediler mi akan sular dururdu, karşı gelinmezdi. Baş öne eğilir, kabullenilir, neden diye sormak bile akla gelmezdi.
Hayırlara alışkın büyüdük biz, beslenme çantamıza ne konsa onunla yetindik, evimiz neredeyse orada, o hayatla yaşadık, abilerimiz ablalarımız sol ellerini kaldırıp sol kaldırımlarda seslerini yükseltmeye çalışırken bizler uslu çocuklardık, babamızdan korkan, annemizden terlik yiyen.
Hayırlara alışkın büyüdük biz, ondandır bu ezikliğimiz ara ara yoklayan bizi güncel hayatımızda, kalbimizin büyük olmasına sebep, elektronik hayatla mekanik hayat arasına sıkışma nedenimiz. Ondandır birşeylere sahip olurken illa savaşmamız. Ondandır içimizde bir yerlerde kalan kaybetme korkusu, sahip olduklarımıza alışamama hali.

Hayırlara alışkın büyüdük biz. Hayırları aldık ama iade edemedik, içimize koyduk
"Hayır" dediler, "tamam" dedik.
"Tamam mı?" dediler, "hayır" diyemedik.

14 Şubat 2011 Pazartesi

Hayatın Çıkmaz Sokakları.

Hepimizin başına öyle ya da böyle gelmiştir; yanlışlıkla ya da emin olarak saptığımız sokağın çıkmaz sokak olması. Zordur çıkmaz sokağa sapmak, zor olanı sapmak değil de çıkmaz olduğunu anlamaktır aslında.
Onca yol yürünmüştür ki yollar bizi mutlaka bir yere iletirler. Oysa bu sokak çıkmazdır, yol biter, yürünemez, aşılamaz. Tek çare geri dönmektir. Onca yürünen, zahmeti çekilen yolu gerisin geriye gitmek. Gerilemek yani.. Ne zordur!

Eylemsel hayatta iş böyle iken hayatın çıkmazlarına sapmak, o yolun çıkmaz olduğunu görmek, hem de taaa yolun sonunda. Nasıl da acıdır, nasıl da koyar gidene, neden çıkmazdır ki ah! Yok mudur bir çıkarı, bir gideri? Tam da yolun sonunda sokağın çıkmaz ucunda durup bakar bir süre yolcu. Bir umut, tutunacak bir dal arar durur. Tam anlamıyla durur, yürüyemez ki artık, hayat akıp giderken, o, durma halindedir. Kahretsin ki bir tabela da yoktur "Çıkmazdan önce son çıkış" uyarısıyla.

Kararını kendi almıştır, adımları kendi atmıştır, kime kızabilir ki bir yandan da? Ne acıdır, belki de en acıdır, kendine kızmak, kendine küsmek, kendinden gitmek. Yapmıştır, hatasını çekecektir, ama neden bu yol çıkmazdır ki? Çıkmaz ise neden böyle bir yol vardır ki en baştan? neden girişi vardır da, çıkışı yoktur?

Hayattır bu, koskoca bir hayat, zaman acımasızca akarken o durmaktadır.Sokağın sonu hayatın sonu gibidir o an, ruhu kısılmıştır, kanatlarına ağır katranlar dökülmüştür.Solmuştur, bitkindir. Yol gerisin geriye iter onu, o hep ileriye çeken yanı karanlıktadır artık. Düşünür, yürürken düşünmediğini durduğunda düşüneceğini bilse hiç evden çıkmayacağını düşünür. Adımları boşa atacağına bacaksız olmayı düşünür. Çıkmazdadır, umudu da yüreği de çıkmazın ortasına savrulmuştur. Soluklanmak için olsa gam yemez, dinlenmek olsa bu, ona da eyvallah. Ama durmuştur, durdurulmuştur işte!

Tek başınadır, diğer çıkmaz sokaklar ve çıkmaz sokak yolcuları yarenlik edemez ona. Her çıkmazın tek yolcusu vardır nedense ve her paralel sokak başka yalnızlara çıkmazdır.

Direnmeye çalışır, başaramaz, hayalleri çıkmazdadır...
Çıkmaya çalışır, beceremez, gücü çıkmazdadır...
Yalvarmaya çalışır, duyuramaz, gururu çıkmazdadır...
Unutmaya çalışır, yapamaz, aklı çıkmazdadır...
Gülümsemeye çalışır, nafile, tebessüm çıkmazdadır...
Ağlamaya çalışır, boşalamaz, hüzün çıkmazdadır...
Bırakmaya çalışır, bırakamaz, gönlü çıkmazdadır...
Sahiplenmeye çalışır, itilir, sarılmalar çıkmazdadır...
Anlamaya çalışır, kavrayamaz, bilgi çıkmazdadır...
Anlatmaya çalışır, anlatamaz, anlayış çıkmazdadır...
Yaşamaya çalışır, canlanamaz, ruhu çıkmazdadır...
Ölmeye çalışır, sonlanamaz, bedeni çıkmazdadır...
Direnmeye
Çıkmaya
Yalvarmaya
Unutmaya
Gülümsemeye
Ağlamaya
Bırakmaya
Sahiplenmeye
Anlamaya
Anlatmaya
Yaşamaya
Ölmeye
Çıkmazdadır...
Çıkmaz da
Çıkmaz!

12 Şubat 2011 Cumartesi

Kalbinizle Yaptığınız her şey..

"Kalbinizle yaptığınız her şey size geri dönecektir".... Mevlana'nın sözü..

İki gün önce posta kutumda buldum bu yazıyı, işin tuhaf yanı göndereni tanımıyordum. Çoklu guruplara gönderilen ve her gönderenin bir o kadar daha gurubu ekleyerek neredeyse bir "mail tarikatına" çevirdiği maillerden sanmıştım oysa.
Hayatın dakikaları çok farklıdır; hızı, süresi, başlangıcı, bitişi. Bunu yarattığımız zamana endeksleyince sıradanlaşıyoruz, ne garip. Yani olağan hayatı seçersek her şey yolunda. Hayatın dakikalarını sarmalayıp bileğimize bağladığımızda ise sokaktan geçen biri "saat kaç birader" diye sorunca onu yanıtlayamıyoruz bir türlü.

Bazen düşünüyorum hayatın dakikalarıyla mı yaşamalı, yarattığımız ve 6 milyardan fazla insanın uyduğu dakikalarla mı?

Cevap aslında herkesin kendisinde değil mi? Buraya ne yazarsa yazsın şu parmaklar, cevabı okuyanlarda. Hayatın dakikalarıyla yaşayınca acaba aldığımız kararlar, edindiğimiz tecrübeler yaratılan zamana göre anlık ve hayatın dakikaları baz alınınca yıllara mı bedel?

Aslında her sorunun cevabı içinde gizli değil mi? Bu da bir soruydu ve cevabı içindeydi. Cümlenin sonuna gene "değil mi?" eklesem bir mantık sarmalı yaratırdım.

Kalbinizle yaptığınız her şey size geri dönecektir... Hadi analizini yapayım bu sözün ve getirdiği anlamın.. kendimce..

Sondan başlayacağım, yani edilgen eylemden "geri dönecektir". Demek ki bir şeyler gidiyor, uzaklaşıyor. Peki o giden ne? Bu beni etken eyleme götürüyor: "Kalbinizle yaptığınız her şey". Kalple yapılan şeyler nedir? Sevmek, nefret, iyilik, kötülük? Birbirinin karşıtı olan ama belki de zıttıyla var olan tüm duygu kümeleri, kalp ile yapılan. Esas nokta da bu; kalp ile yapılan, yürekten olan, öylesine değil, yapmak için değil.

Ben kalp ile yapacağım, ama o bende kalmayacak, gidecek. Demek ki yürek ile yapılan gitmeli önce, sende bende kalmamalı, terk etmeli, tutulmamalı, bırakılmalı, özgür kılınmalı. Sonra da bekleme süresi, gelmesi için. Nasıl gelecek bilinmiyor, ne zaman nereden ya da. Ama gelecek bu kesin.

Ters bakış açısıyla: "Kalbinizle yapmadığınız her şey size geri dönmeyecektir". O halde gidip geri dönecek her şey kalbimizdendir. İçimizde kalanlar ise yürek dışı olanlardır.

Hayatın dakikaları... gönülden yapılanlar... gidenler... geri dönenler... gitmeyip bizde kalanlar....

İletişimde bulunduğumuz insanların çokluğu bizi Greenwich'e yaklaştırırken, kendimizde gözlerimizi açtığımız o yalnız her dakika, hayatın dakikalarına ekleniyor aslında. Yüreğimize sığınıp, ışıkları açıp, kendimizde kaldığımız o sadece bize ait olan her dakika...

Yorum olabilir ama yorumlara yorum olmayacak, çünkü buraya yazılan her yazı hayatın dakikalarında yazılacak, sadece hayatın dakikalarında...

1 Şubat 2011 Salı

Mavi Gümüş (SON..)

Roman uzundu, yüzlerce sayfa..
Sonra öyküleşti...
Sonu da şöyle bitti:


Reis: Bir Cuma günü kendisini sevdasının kollarına bıraktı, Salacağın iki kilometre ilerisinden çıkardılar cesedini

Eşref: Sebahat hemşire ile evlenip memleketine döndü, küçük bir bostana verip kendini kızına türküler yaktı.

Acar: Babasını 17 yaşında akciğer kanserinden kaybetti. Annesi ve kız kardeşiyle Beşiktaş'ta kiralık bir eve taşındılar. Doktor oldu, ihtisasını iç hastalıklarından yaptı. Selma öğretmen oldu ve kendisini Anadolu'ya kattı. Acar hiç evlenmedi.

İzzet: Izdırabından, büyüden, Arabistan'dan kurtulamadı. Bir gün tavana astığı ve boynuna doladığı iple buldular cansız bedenini. Pınarına ve küçük Gamzesine yazdığı küçük bir not koymuştu gömleğinin cebine. Onu bulan ev sahibinin kuzeni gömleğini çalınca bu notu yırtıp attı Arabistan sokaklarına. Pınar hiç haber alamadı kocasından ve son nefesini verirken gözleri aralık duran oda kapısındaydı hala bir umutla.

Görkem: Hayalini kurduğu üniversitenin istediği bölümünü kazanıp, aynı branşta master programı için İngiltere'ye gitti. Aytül ile 21 Aralık'ta İstanbul'da, çok kalabalık bir düğünle evlendiler. Ani bir kararla Kanada'ya yerleştiler. İkiz çocukları oldu; bir erkek, bir de kız. Görkem yıllar sonra mahallesini ziyaret ettiğinde ağladı.

Aytül: Her gün babası için gözyaşı dökse de Görkemine bunu hiç belli etmedi. Bir yanı hep vatanında kaldı. Şimdilerde bir deneme yazıları yazıyor ve ilki geçen hafta yerel bir dergide yayımlandı. Ülkesine hiç dönmedi, bir daha bırakamaz korkusuyla. Kanada'ya yerleşmeden, bir yaz günü, rıhtımda, Mavi Gümüş'ün resmini çekti. Bu resmi çocuklarının odasına astı.

Aslı: Okuldan tanıştığı bir öğretmenle evlendi. Kalbinin en derin ve en özel yerine gömdüğü Adil'i hiç unutmadı. Gözleri daldığında hep onu düşündü, onu düşünürken sadece gözleri daldı, yaşadığı müddetçe...

Adil: Bir Salı günü babasının elini öpüp izin istedi. Nami amca anlamıştı ama yapacağı hiç bir şeyin olmadığını da biliyordu. Ağlayarak sarıldı oğluna ve selametle uğurladı onu. Adil gitti...
Hiç kimse Adil'den haber alamadı o günden sonra. Adil belki de ruhunu özgürleştirmişti artık, özgür kılmıştı. Belki de toprağa katmıştı kendini ve taşıyamadığı yüreğini...Bunu kimse bilemedi...

Mavi Gümüş (16)

İşten çıkınca gördüğü gözler Aytülün tüm ızdırabını bir anda alıp yok etmeye yetmişti. Görkemi, elleri ceplerinde bakışları uzaklarda  bir yere bakar gibi bekliyordu işte karşı yolda. Bir an ona şaka yapmayı düşündü, gizlice arka kapıdan geçecek, yolun karşısına daha uzaktan geçip arkasından yanaşacak ve sarılacaktı Görkemine. Sonra vazgeçti. Öylesine özlemişti ki onu, bu şakanın hazırlanması için geçecek süreye kıyamıyordu. Mutluluğu yüreğinden tüm bedenine yayılmış ve yüzünde güller açarak ilerlerken karşı yolda görkeme doğru ilerleyen birisini gördü. Aman Allahım, Adil abiydi bu! Bir an ne yapacağını şaşırdı, kalakaldı yolun bu yanında. İşin kötüsü Adil abi de görmüştü onu ve şaşkınlık-gülümseme karışımı bir yüz ifadesiyle kendisine doğru yürümeye başlamıştı. Ama o da ne? Görkemi de onu görmüş ve hemen Adil abinin yanında karşıdan karşıya geçmeye başlamıştı. İkisi o kadar yakın yürüyordu ki görenler birlikte olduklarını sanırdı. Aytül şaşkınlık ve ne yapacağını, ne düşüneceğini bilmez bir halde bekliyordu bu hayatında çok önemli yer kaplayan iki insanı; abisini ve sevdalısını..

- (Görkem): Aşkımm
- (Adil ): Aytülll
- (Görkem): ?
- (Adil): ?
- Merhaba Adil abi, Görkem, hoşgeldin.

Aytül'ün sesinin titreyerek ama sakin kalmak için savaşarak söylediklerine gülümsedi Adil ve hemen ortamı devralması gerektiğini anladı.

- Demek bizim kızın gönlünü çalan sensin delikanlı
- Şey, evet efendim

Görkem de kızarmıştı. Ama Adil'in gülen sevgi ve anlayış dolu gözleri ona garip bir huzur vermişti.

- Hadi gelin bakalım çocuklar, biliyorum sevdalı zamanlarınızı geçirmek istiyorsunuz el ele ve yalnız ama Adil abiniz de sizi görmek istiyor biraz.

İkisinin ortasına geçip kollarına girdi ve yürümeye başladılar birlikte. Görkemin kanı nasıl da ısınmıştı Adil'e, sanki gerçek abisiyle kol kola yürüyor gibiydi.

Onları bıraktığında bir anlık ama geçici olduğunu bildiği mutlulukla dolmuştu Adil'in yüreği, yalnızlığına doğru atarken adımlarını. Hep yalnızdı, sürekli yalnız, çıldırasıya yalnız.

- Var ya sen hiç yalnız kalmayacaksın, asla ama! Hep yanında olacağım ben, bana Güzel Aşkı getiren adam...

Sözler... İçi o an tamamen dolu, ama geleceğe yenilen sözler. Bir erkeğin kalbi o kadar küçüktür ki kadına nazaran, ama o küçük kalp bir kere inanmaya görsün, neredeyse tüm insanlığı kucaklayacak kadar büyür. Neredeydi şimdi ha? Neden yoktu ki, neden gitmişti? Kızamıyordu ona, nefret edemiyordu, ne yargılayabiliyordu, ne bağışlayabiliyordu. Erkek incinince tamamen yok olurken, kadın bir şekilde tutunabiliyordu hayata. Oysa hiç bir şey yapmamıştı ki, sevmekten başka. Hiç, ama hiç bir şey düşünmemişti ne öncesini ne sonrasını. Sadece sevmişti, tüm benliğiyle sevmişti. Acaba sevdalanmak hata mıydı? Böylesine sevdalanmak, iç verircesine, içine alırcasına akmak. Yıllarca sarsılmış, bu sarsılmalar biter sanmıştı, ama olmamıştı. Onu içinden atmadıkça da olmayacaktı ki. Ama nasıl? Nasıl atabilirdi ki, bunu nasıl başarabilirdi?

Yürürken ve bunları düşünürken yorgun beyni, bir türkü mırıldanmaya başladı, melodisi acıklı, acıtan. Acı... Acı mı insanlara geliyordu, insanlar mı acıya yürüyorlardı. O'ndan sonra attığı her adım gibi, her adımda acıya yürümesi gibi. Bu düşüş ne zaman sonlanırdı ki? Ne çok soru vardı etrafta böyle, soru iklimi, soru yağmuru yağdırıyordu dört bir yanına ve onun açacak ne bir şemsiyesi, ne de kaçacak bir köşesi vardı.

- Sorular yok bizde sevgilim, cevaplar var sadece, bizim cevaplarımız. Ben böylesine sana bağlanacağımı bilmiyordum, ve çok soru sordum kendime Adilim, ama baktım ki bir cevap var, sadece tek.. Güzel Aşk...

Keşke şimdi sorabilseydi ona "neden"? Neden ki? Tabakasını çıkardı ve sarmaya başladı kız saçlısını. Şose bir yola sapmış yürüyordu, elleri misketlerinde. Kaybetmişti, kayıplardaydı. Onu kimse anlayamazdı, O bile!
Gözleri yaşarmayalı kaç zaman geçmişti, yüreğini söküp çıkardığında. Kendini öyle yalnız hissediyordu ki; sanki o bu dünyaya aitti tek ve diğerleri misafirdi. Bastığı her toprak parçası onundu, dolaştığı her diyar kendine aitti sadece. Toprak nasıl da çekiyordu tenini. Ölüm nasıldı acaba? Gözler cansızlaşınca, o son gördüğü ışık yavaş yavaş karanlığa bürününce. İnandığı her şey geride kalırken, ruhu acaba ancak o zaman mı özgür kalacaktı? Belki de özgürlüktü ölüm. Herkesin peşinden koştuğu, sahip olmak istediği özgürlük belki de bu dünyaya ait değildi ki zaten. Gözlerindeki nemi kurutalı kaç zaman geçmişti de içindeki kuraklığı kabullenememişti bir türlü.

Yanından, berisinden geçen insanlar hangi yöne gidiyorlardı? Biliyorlar mıydı ki bu adam yönsüzdü artık, enlemsiz, boylamsız, noktasız... Ellerini sıktı bilyelerindeki. Hayatı da böyle sıkabilir miydi? Ellerine alıp oynayabilir miydi yaşamla? Hava kararıyordu Adilin üstüne, İstanbul gözlerini yummuş dağılmasını bekliyordu avucuna aldığı şehir insanlarının. Sonra o gözlerini tekrar açacak, kirpiklerine en siyah rimeli sürecek, göz kapaklarını koyu laciverte boyayacaktı. İstanbul seviyor muydu acaba Adili?

- Neden seviyorsun geceleri bu kadar aşk?

Geceler yalnızdı da ondan. Geceler kucaklardı terkedilenleri. geceler sarmalardı yalnız ruhlarını. Geceler boyu ağlanırdı. Bir yalnızı ancak başka yalnız anlardı çünkü. El uzatmazdı, öylecene gelir yanına oturur, susmadan konuşurcasına konuşmadan susardı. Elini uzatmazdı, uzatılan her el nasılsa bir gün bırakıyordu birden bire, parmaklarını bile gevşetmeden.

- Seni hiç bırakmayacağım Adilim, hiç ama hiç...

Uzun yollar akarken üstüme
Yalnız seni sevdim ben
Küçük periler geldi üstüme
Yalnız seni sevdim ben
Akarken ateşler üstüme
Yalnız seni sevdim ben
Acıyı örterken üstüme
Yalnız seni sevdim ben
Veda ederken kendime
Yalnız seni sevdim ben
Yalnız sevdim ben
Yalnız sevdim....
Yalnızdım... sevdim...
Sevdim... yalnızdım...