20 Mayıs 2011 Cuma

Otel Odaları

Bir otel odasındayım gene, bu kez durak Sofya. Butik otellerin şehri yansıtan havasını soludum eski alışkanlıkla. Nasıl da başkadır eski alışkanlıkları alışılmışın dışına itmeden yaşayabilmek. Küçük odaları sevdim hep, girişte hemen sağda banyo-wc, karşısında sürgülü elbise dolabı, iki adımda ulaşılası tek kişilik yatak ve kumandasının pili her defasında zayıf küçük ekran televizyon. Yatağım tek kişilik olsun istedim, yüreğim tek kişilik, sabrım tek, hırsım tek, yalnızlığım tek. Tek tük hatırlarım gönül kalabalığını bende, o da nadir ama çabuk olduğum sarhoş anlarında.

Çok sigara içirtiyor bu otel odaları çook. Ve çok düşündürüyor.Üç gecede üç roman bitirdim beynimde hem de biri bilim-kurgu sınıfından! Bir ada vardı kayıp okyanusta ve oradaki insanlar telepati ile konuşuyorlardı. Romanın kahramanı maceracı kadın tek başına küçük yelkenlisiyle okyanusa açılan özgürlükte biri, sevgilisine inat. Aslında sevdiğine inat olununca cesaret yeleği giyiliyor. Adaya yaklaşınca beyninde duyduğu seslerle bir süre boğuştuktan sonra evine dönüyor. Ama beynindeki seslerden kurtulamıyor. Arkadaşının tavsiyesiyle gittiği psikolog duyduğu sesleri yazmasını isteyince hayatında bir dönemece giriyor kadın. Yatağının yanındaki başucu komodinin üstüne koyduğu not defteri her sabah daha kalabalık oluyor çünkü. Yazı kadının el yazısı ama hatırlamıyor kadın bunu nasıl, ne zaman ve neden yazdığını. Bir gece bir sesle uyanıyor, daha önce duymadığı tınıda bir erkek sesi ile. Sonrası... sonrası bende kalsın :) Beynimdeki arşivde yerini aldı çoktan zati...

Sigarayı arttırdığımda insani bir sorgu ile nedenini düşünürüm hep. Bir yere bağlamak lazımdır ya neden kayıklarını, yoksa denize kaçarlar ve ara ki bulasın. Nedenleri düşünürken odamın kapısı çalındı. Hırsız uzağa gidemedi ama, hemen yakaladı görevliler. Tamam, öyle çalınmadı tabii, böyle çalındı: "tak.. tak.. taktak". Ben beynimde nedenlerle neden bu kapı bu saatte çalındı diye yürürken kapıya doğru, birden kapı hızla bana geldi! Ayağımın dolaba bir türlü yerleştirmediğim çantama takılıp kapıya doğru uçuşa geçtiğimi çok sonra anladım. Kafamda nedenlerin yanına küçük bir sızı ekli halde açtmaya çalıştım kapıyı, lakin beceremedim. Kilitli kapı, sadece kolunu aşağıya bastırınca açılmayacak şekilde tasarımlandığından fazla üstünde durmadım. O ara çişim geldi, e tuvalet de hemen solumda, kapısı da kilitli değil üstelik. Sonra aklıma Tarkan'ın bir kutlama gecesinde Savaş Ay'ın uzattığı mikrofona "Bilmem, benim çişim geldi" demesi ve Savaşın Ay'ın da kameralara dönüp yüzünde ders verir ifadesiyle söylediği "Bu ayıp bana ait değil" sözü geldi. Savaş Ay daha sonra yaptığı mahalle-şov sığlığına gelecek var mı adlı programlarla başka ayıpları aldı ve silinip gitti savaşamadan. Nedenler, sızı, Tarkan ve Savaş Ay ile girdim tuvalete. En son askeri lise son sınıfta çoklu girmiştim tuvalete oysa, aman yanlış anlaşılmasın fobimi bilenler bilir, başka amaçlar için değildi onlar, Binbaşıdan ırakta cigara tüttürmek içindi. Bir keresinde bizi basmıştı ama. Kabinden teker teker çıkmamızı istediğinde, her çıkanı sıraya koymuştu şaşkınlıkla. Biz soldan sağa sayarak gelecek tokatları beklerken, o şaşkınlıkla bize bakmış "Ulan bu ne, kaç kişi girdiniz aynı kabine, tekrar girin bakem" deyip sokmuştu bizi dumanı bol suyu akıtan helaya.
Bak bu da eklendi şimdi; nedenler, sızı, Tarkan, Savaş Ay, ve binbaşı. Ahmet vardı sınıfta, "ulan oğlum Ahmet". Her söze bunla başlardı ve biz de adını böyle başlatmıştık sonunda. Ulan oğlum Ahmet'e rütbeleri say dediğinizde, teğmen, üsteğmen sorunsuz giderken binbaşıdan sonrası karışırdı, pis pis sırıtarak; "yüzbaşı, binbaşı, yarbaşı, albaşı" der sonra esprisini paylaşmış mısın diye suratına aynı pislikle bakardı.
Nedenler, sızı, Tarkan, Savaş Ay, binbaşı ve ulan oğlum Ahmet'le klozete yaklaştım. Hızlı olmalıydım çünkü içimdeki bu çıkmak için bazen beni bile dinlemeyen sıvı "tamam senden bir parçayım ama sabrımı deneme" der gibiydi. Lakin mukadderat kendisini gösterdi ve elimi eşofmanımın üstüne götürüp aşağıya doğru yer çekiminin de yardımıyla uyguladığım düşey kuvvet sonuçsuz kaldı; eşofmanımın ipleri bağlıydı!
Panik olmamalıydım biliyordum, yoksa çişim bunu fark edecek ve eline koz verecektim. Gayet soğukkanlı bir biçimde ipleri çözmeye başladım. Ama ah ki ah, gene yanlış ipi önce çektim ve kördüğüm oldu her şey.
Ben bununla boğuşurken kapı tekrar çalındı. Savaş Ay'a söyledim bakması için "bu ayıp ben bana ait değil" dedi ve gitti. Tarkan'a döneyim dedim o çoktan klozeti kapmış işini görüyordu. Binbaşıyla göz göze geldik, beni tuvalete on kez girip çıkarmakla tehdit etti. Ulan oğlum Ahmet'e dönmedim bile. Nedenler zaten yardım etmek için değil, sorun çıkarmak için varlardı. Sızı ise artık başımın tümüne yayılmıştı...

Kendimi tutmaya çalışarak ve tuttuğumu göstermemeye çalışarak, yani illa gene ve hep çalışarak kapıyı açtım. Karşımda 1.80 boylarında menekşe gözlü, yok burunlu, kalın dudaklı, sarışın, göğüsleri dekoltesini aşmış, incecik belli, su damlatsan asla durmaz bacaklı, istediği her yere çekici mi çekici bir kadın çıktı! Bu hayalimi de kalabalığa katarak asık suratlı ve bıyıklı otel görevlisi ile yüz yüze geldim. Hani seçme şansım olsaydı arka arkaya gelirdim ama yapacak bir şey yoktu. Yarım yamalak İngilizcesi ile televizyonumun sesinin çok açık olduğunu ve mümkünse kısmamı rica etti. Televizyonumu üç gündür tanıyordum ve ondan böyle bir şey isteyecek yakınlığa erişememiştim. Hem sesi açık derken tını olarak mı demek istemişti? Çok yüksek perdelerden söylüyor biraz basa kaysın gibilerinden hani. Ama ben daha üç gündür gördüğüm televizyonu nasıl basa ikna edebilirdim? Zaten bunca düşünceyi ve soruyu İngilizceye çevirebilsem CV'imde anadili kısmını değiştirirdim!
Kendimin bile şaştığı bir şekilde, hiçbir şey demeden kapıyı kapattım. Kapattıktan sonra ise bir süre düşündüm, acaba o da kapının ardında öylecene bakakalmış mıdır benim gibi. Hani gene yüz yüzeyiz ama aramızda kapı var. Yani kapı dilek tutsa olacak. Peki benim patlamaya hazır çişim ne olacak?
Eşofman bu, etek değil ki altından tutup yerçekimine ters düşey bir kuvvet uygulayarak sıyırayım. Etek giymediğim için hiç de pişman değildim ama en azından kısa bir şort giyebilirdim. Ve lütfen fazla kafa yormayın kısa şortumu çıkarmadan nasıl o işi yapacağımı, yapabiliyorum çünkü.

Otel odaları böyle işte, kendi başınıza macera yaşayabileceğiniz yegane mekanlardan...

NOT: Bu arada WC'nin açılımı bilinen "Waste Closet ya da Water Closet" değilmiş. World Cup'mış! Ulan oğlum Ahmet dedi. Ama ben binbaşıdan anladığım kadarıyla WellCome olduğunu düşünüyorum...

NOT2: Memleketten uzaktaysanız şu şarkıyı dinleyin, dinlerken o kadar uzak hayaller kurabiliyorsunuz ki...

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Ahşap Yürekli

Şömineye attığım ıslak odunlardan süzülen duman gözlerimi yakmıştı. Gözyaşı hep yakardı gözleri, sanki bir diyet gibiydi ağlamak. "Sen ahşap yüreklisin" demişti kadın ayrılırken, gözlerimin içine bakarak. "Çok çabuk tutuşuyorsun ve çok yanıyorsun!". O an ne diyeceğimi bilememiştim, aklıma gelen binlerce kelimenin arasında boğulmuş, sessiz kalmanın ezikliğine sürmüştüm kader atımı olanca hızıyla. Giderken yumruklarımı sıkmıştım ister istemez, sinirlendiğim belki de şu an şöminede yanan odunlardı yüreğimle birlikte.

Acı duymaya o kadar alışmışım ki, acıların sızısı olmayınca içimde derin bir boşluk varmış gibi. Ara sıra kurguladığım hayal orduları bir zafer daha kazanınca düşümde, geçici mutlanmaların oyuncağı oluyordum aslında. Kendimi tartmanın artık zahmet verdiğini anladığımda kesmiştim içime dönmeyi. Küsmek lazım içine, evet, bazen. Ve bu "bazen"leri iyi ayarlamak gerek.

Bu dağ evi dayımın av merakına yenik düştüğü zamanlardan kalma, içerideki üç-beş eşya da karısından saklayarak getirmelerden. Çocukken bana vermediği öğütleri merak ederdim dayımın, ve bana verilenleri değil, verilmeyenleri özleyişimin sebebiydi bu. Bazen üç telli bağlamasını çıkarır, her defasında aynı türküyü çalardı, ve her defasında aynı yerinde durur, gözlerini kısar, birisini düşünür ve tekrar devam ederdi. O türküyü hiç dinleyemedim, dayımı izlerken. Yaptıklarıma değil, yapmadıklarıma özlemim de bundan.

Okuldan ilk kaçışımda, bir kızın elini ilk tutuşumda, ilk ergenlik hormonumda, hep kaçış vardı; bu hayatımdan içimdeki dünyama. Sözleri kıskanırken yüzlere gülümseyişim de bundandı; almak, biriktirmek ve sonra içimde yakmak için ne varsa. Aslında hep yaktım, tutuşturdum bir şeyleri. Umutları, acıları, aşkları, tutkuları, ne varsa bana gelen, yaktım ahşap yüreğimde. Ben olsun istedim belki, ben yapmak, ben kılmak. Onlar yanarken yürek çeperime dolan isi hesaba katmadan, erimeleri, yok olmaları düşünmeden.

Herkes kendine döner ya, dönemeyenlerin öykülerini yazmak istedim ben. Kendini öylecene bırakanların, dinlemeyenlerin hiç bir şeyi. Başkasının sesi olmak, bir müzik enstrümanı çalmak gibi oysa; tellere vuran sensin ama sesi çıkaran o...

Bir kadeh şarap koymalı şimdi, odunlar da kurudu bak, çıtırtılı alevleri izlemek var artık.
Ahşap yürekler yanmaya mahkum,
ateş onları yakmaya,
ısınmak isteyenlerse
biten oduna bir yenisini atmaya...

3 Mayıs 2011 Salı

Ertelemek

Erteliyoruz, kim ne derse desin erteliyoruz kendimizi. Ve biz ertelenince paralelinde yaşadığımız hayat da erteleniyor. Dahası yaşayamadıklarımız da erteleniyor.

Birini tanırsın, bir şekilde hoşlanmışsındır, bir şeyler demek istersin, ama ertelersin. Sana öğretilen ve içinde endişe bulutları yaratıp "olur mu canım şimdi ne düşünür acaba" dağlarına yağan coğrafyanda kalmıştır "olsun ya ne olacak ki" rüzgarı.

İçinden onunla buluşmak gelir, hatta daha ileriye gidip hınzırlaşmak, ki hayalinde canlandırmışsındır yüzünde gülümsemeyle, ama ertelersin. Yanlış anlaşılma, bir zümreye dahil edilme korkusudur yaşamak istediğini yaşatmayan engebe.

Birine kızarsın, yüzüne haykırmak istersin, ama ertelersin. O kızgınlık ve söyleyememenin ağır yüklü bombası içinde patlar. ama olsun, alışkınsındır ya içte patlattığın bombalara, nasılsa tarumar olan senin içindir ve kimseler görmüyordur.

Hayatı nasıl da kaçırıyoruz, beynimizde, gönlümüzde olan ile yaşadığımız hayatı neden hiç örtüştüremiyoruz, ya da çok azını üst üste koyabiliyoruz? Oysa yaşanınca ne de güzeldir kanatlarını takmış ruhumuzu uçururken istek denizlerimizde...

Bazen bağırasım geliyor: "Korkma Ayten, endişelenme Betül, fazla düşünme Ahmet, deyiver işte, gidiver işte, isteyiver işte, içinden o ilk geleni"... Katıklamamalı, katkılandırmamalı o ilk geleni. O ilk gelen ertelenmemeli. Bırakın yaşasın, bırakın bu kez de onun dediği olsun filtrenizden geçmeden... Olmaz mı?