31 Mart 2011 Perşembe

Bir kadının O'n dakikası....

Bir başka oluyordu başkasından dinlediği hayat öğretileri. Nedense kendi sesini hep kısmıştı dar zamanlarında dahi ve sebebini bilmek de istemiyordu bu dış seslerin ondaki büyük etkisinin. Oysa hep bildikleriydi onların söylemleri, hatta yıllarca öncesinden öğrendikleriydi genelde duydukları. Ama yapamıyordu işte, olmuyordu, beceremiyordu!

Bir kitap okuyor ve hemen etkisine giriyordu. Bu etkiye tutunup bir süre idare ediyordu iç boşluğunda, ama sonra diğerleri gibi bu da yokluk sandığına yok olmuş haliyle depolanıyordu, kapağı bir daha açılmamacasına...
Biri gelip birdenbire en basit ve en "adaaam sen de" haliyle bir kelam ediyor, bir şeyi işaret ediyor ve her şey gene değişiyordu. Bir delinin kuyuya attığını kırka bölünüp her parçasıyla çıkarmaya çabalıyordu bu kez. Lakin gene aynı sona basıyordu kumandayı tutan elleri ve kapatıyordu bu sevimsiz diziyi kırmızı tuşa basarak...

Bir tek "O" vardı hayatında yok olmayan, heyecanını yitirmeyen, içinde tutmaktan hoşlandığı, savuramadığı, atamadığı, zaten atmak istemediği, aslında deli gibi istediği... O..

Ama korkuyordu, neden korktuğunu tam kestiremediği için korkuyordu aslında. Belki de korkması gerektiği halde korkmadığı için korkuyordu, O'ndan.. Aslında ondan değil kendinden. Yok kendinden de değil ikisinden de. Ya da hiçbirinden de; her şey karmaşıktı O olunca cümlede! Aslında O olunca her şey yalınlaşıyordu diğer yandan! Offffffffffffff durmalıydı!

Durdu, dinledi bu kez kendisini, aslında yıllar yılı kendisini dinlemişti ama bunu kendisine itiraf etmemek için ve megaloman görünmemek için kendisine başka şeyi ikna etmişti. Karmaşık biri miydi, yok ya değildi, dingin ve basit mi, yok o da değil! iyi de ya odur ya bu, arası olmaz ki! Ya öylesindir ya böyle! İyi de neden o zaman kendisinde hepsinden her şeyden dünyadaki her renkten bir yudum olduğunu hissediyordu? Bunu da O görmüştü, ah O.....

Kalktı, elindeki kahveden son bir yudum alıp, günlüğüne yazmaya devam etti, kendisi gibi ama O'ndan...

24 Mart 2011 Perşembe

Doğum günleri, doğma günleri

İlk aile hayatımda hiç yaşamadım küçükken pastanın üstüne dikilen mumları söndürme eylemini. Bizde kimse kimsenin doğduğu günün gün dönümünü kale almazdı çünkü. Babam her daim yorgun argın ve sinirli gelir, ablalarım zar zor aldıkları oje ve ruju paylaşamaz, annem beş çocuk ve bir kocaya bakma telaşındaydı. İlk kez kim doğum günümü kutladı hatırlamıyorum, ya da ben ilk kiminkini kutladım.

Ben doğum günlerine "doğma günü" anlamında baktım hep çünkü, o sadece bir doğma eylemini gösterir gündü, resmi tüm kimlik kartlarına ve arada bir doldurmamız gereken formlara yazılan.

Bir sonraki yıl artık o gün değildi ki, o gün sadece bir kez olabilirdi o da ilk olma tarihinde. Sonrasında neden o gün anılsın ya da kutlansındı ki?

Gün dönümlerini anlayamadım hiçbir zaman, ilk kim bulmuştu bu dönüm kutlamalarını? İlk kim ticarete dökmüştü ya da?

Bugün (dün) 23 Mart benim doğma günümdü. İlk aile bireylerinden bir tek kardeşim hatırladı, bir kaç arkadaş, üye olduğum birkaç site, bir kaç banka...

En güzel doğum ya da doğma günü mesajını ise gene ben kendime verdim:

"Eğer mutlu isen gerçekten doğmuşsundur... doğmuşsan o zaman mutlu ol sadece"

Herkese iyi doğmalar...

14 Mart 2011 Pazartesi

Durma Hali..

Sözlükten baktım demin "insanın durma hali"ni tanımlayan Türkçe bir terim bulabilirim umuduyla.. yokmuş.

Durmak düşüşün ötelenmiş biçimidir denir, karşısındayım bu deyişin oysa. Durma bence bir yaşam kesiti, yaşam karesi, bölümü, parçası. İnsan bazen durmalıdır, hareketsiz kalmalı, beklemeli. Atletizmin özellikle kısa mesafe koşularında rekor kırılınca resmi anlamda kayıt edilir, rüzgarın yönü ve şiddeti. Rüzgarın katkısı ya da engeli ölçülür bir biçimde, hesaba katılır. Yürürken de öyle değil midir zaten; rüzgarın o doğal hızını, gerçek dokunuşunu değiştiririz.
Oysa durunca öyle değildir, rüzgarın da yağmurun da asıl etkilerini hissederiz, değiştirmeden, olduğu gibi...

Duruyorum ne zamandır ben, öylecene hareketsiz, bekleyerek. Aslında bu "bekleme", beklenti ile karıştırılır genelde ya, ben hemen parantezsiz açıklayayım: beklentiye bağıl olmayan bir bekleme hali bu...

Bir yazar üç noktayı sık kullanıyorsa yazılarında bilin ki cümleleri sonlandıramıyordur ya da sonlandırmak istemiyordur. Öyle ya, ben beklerken, öylecene dururken cümlelerim sona akabilir mi?

Kendi özgür irademle mi durdum, yoksa durduruldum mu bilemiyorum. İnsan dururken bazı şeyler, özellikle "neden"ler daha az önem kazanıyor. Durdum evet, resmen durdum. ne bir mücadele, ne bir plan, bir devinim, bir düşünce, bir hayal, bir olumluluk hissi, bir olumsuzluk duyusu var bende. Öylecene durdum ve bekliyorum. Bu bekleme beni duraktan alıp başka bir yere taşıyacak otobüsün gelme saati değil üstelik. Ya da bir gönülde dalgalanıp hüzne ve duyguya gark olma sevdası da. Bu çok yalın bir bekleme... "Bekleme" derler ya onun beklemesi işte.

Bir yandan, ağır ağır bu durma halini sorgularken, acaba diyorum endişenin oluşturduğu bir geri çekme hali mi bu? Hani bir konuda, ama herhangi bir konuda yapabildiğiniz tüm alternatifli aksiyonları etken kılarsınız ama o olay gene de kendi bildiği haliyle akar gider ya. Ve bu duruma isyan üstüne isyan eder, gene mücadeleyi sürdürür, yapılmadık bir şey bırakmazsınız, lakin o kendi yolunda, sizden ve mücadelenizden bağımsız şekilde yol almaya devam eder ya. O an durursunuz ve bir "acaba" geliverir içinize davetsiz misafirin sevimsizliğinde. Ormanda düşülen bir bataklığın her hareketinizde sizi daha çok içine çekmesi gibi, diğer bir söylemle devinimde bulunduğunuz her an derinlere daha çok batıyorsunuz gibi... Bu acaba çok zalimdir ah... Doğru olma ihtimaline karşı yapılacak çok da fazla bir şey yoktur, hatta hiçbir şey yoktur...

O zaman kendiliğinden belki de devreye alınır savunma mekanizmalarınızdan bilmem kaç tanesinin içerisindeki en seçilmez olanı: durmak, beklemek, kendi haline bırakmak, rüzgarda savrulmak, seçimsiz olmak, hareketsiz kalmak... Söz yoktur sizden olma, dinlersiniz genelde başkasından doğmaları. Günleriniz araya karbon kağıdı geçirilmiş makbuz defterlerine dönmüştür. Bir şarkıyı onlarca kez dinler, kendinizi yeni olan her şeye kapatırsınız. Psikologlar bu halinize maskeli ya da maskesiz depresif adlar ve çözüm yolları koyarken, siz oralı değilsinizdir. Güneş hep aynı şekilde doğar ve karanlık aynı biçimde çöker üstünüze. Her şey sıradandır, sıralıdır, olağandır. Uçlara gidecek ne gücünüz ne hissiniz vardır. Sadece ara ara bir Su perisinin sizi bile şaşırtacak duygu yüklemelerini hissedersiniz ki bu da ancak aldığınız nefestir bataklığın yapışkan sularında...

Siz duruyorsunuzdur, dünya saniyede 467 metre dönse ne yazar ki? Her gün biyolojik yaşınıza eklenen hücre yaşlanmaları sizi ırgalamaz ki? Siz duruyorsunuzdur, öylecene, hareketsiz... Bu alemde değilsinizdir ki, hani hareket etseniz tamam da, duran bir şeyin bu dünyada fiilen olması ya da olmaması neyi değiştirir ki?..

Bu yazıya final de yazamayacağım, durma hali noktasız, virgülsüz, ara tuşsuz, başsız ve sonsuz bir mekanda oluyor çünkü....

5 Mart 2011 Cumartesi

Su Perisi...


Sizin hiç Su Perisi tanıdığınız var mı?
Benim var...

Peri aleminin en değerlileridir Su Perileri. Diğerleri gibi çoğalmazlar; her bir Su Perisi tek tek yaratılır. Saydamdırlar. Güneş ışığı dahil hiç bir ışık dokunamaz onlara.
Nerede olduklarını, ne zaman görüneceklerini kimse bilmez, Periler Kraliçesi dahil.

En olmadık anda ve en ihtiyaç duyulan anda birdenbire görünürler, gecenin soğuğunda yıldızları yorgan yapıp geliverirler odanıza. Gözleriniz büyülenmişçesine onu izlerken, çok normalmiş gibi ön ceplerinden kocaman ve ışıklı bir bonibon şeker çıkarıp uzatırlar. Şaşkınlıkla alıp ağzınıza götürdüğünüzde ve o muhteşem tad dilinize dolandığında şarkı söylemeye başlarlar.

Daha önce hiç duymadığınız melodiyi, hiç bilmediğiniz sözleri dinlerken bir o yana bir bu yana uçuşurlar, saydam minik kanatlarıyla. Şarkısının bitmesini hiç istemediğinizi anlar, bir yandan da Su Perisi ile konuşmak için can atarsınız. Siz bu ikisi arasında gidip gelirken, O, saydam kirpiklerini kırparak havada ışıklı harfler oluşturuyordur.

Sonra küçük saydam kanatlarını çırparak gelir ve göğsünüze otururlar. Gözlerine baktığınızda gözlerinizi görürsünüz, Onun sesidir artık yüreğinizde yankılanan...

Benim tanıdığım bir Su Perisi var; adını sordum ısrarla hem de, ama söylemedi bir türlü. Bedenini ve yüreğini dolayınca bana ve birlikte yükselirken maviye, ben koydum kendimce ismini; Sarmaşık.

Sarmaşık hayallerimden bile daha güzel bir Su Perisi. Elleri incecik, ayakları, dudakları bakarken  bile hasrete düşüren güçte. İnce kuğu gibi boynu ve seven kollarıyla bana bende benim olanı verdi. Bir gece evrene küsmüşken geldi ve konuştuk onunla. Bu benimle ilk konuşmasıydı. Sesi şarkılardan bile güzeldi. Kanatlarının arasındaki ışıklar gözlerimde çizgi çizgi mutlulukken uzanıp öptü beni. Bedenimdeki her atom parçalara ayrılıp tekrar birleşirken nefesini kattı nefesime.

Baktım ki hüzün yok, göz var yaşı yok. Önce affalladım, öylesine alışkındım ki hüznün kaynağına, neredeyse tüm duygularımı, dalıp gitmelerimi, yürek büyütmelerimi aldığım bu kaynağıma. Ama yoktu, ilk defa yoktu hüzün, acı, keder. Alışkın değildim, gülerken bile ardından gelecek hüzne alıştırmışken içimi yıllardır. Gülümsedi ve o an etrafımda beyaz bir hale oluşuverdi. Ellerini tuttum, yaşamı avuçladım. Ona dokundum alemleri duyumsadım...

Benim tanıdığım bir Su Perisi var, adı Sarmaşık. Gündüzleri cebime giriyor ve elimi her atışımda avucumun içini eritiyor mutluluktan. Geceleri herkes yattıktan sonra gelip göğsüme oturuyor. Bilmediğim renkleri gösteriyor bana, rengarenk olmakla renksiz olmanın birliğini, aslında her şeyin bir olduğunu.. Tekliği...

Onu çok özlüyorum içimde, içinde olduğunu bilsem de. özlerken özgürleşiyorum ve kanatları çarpıyor yüzüme ışıklı kalbinin. Ona hayranım, hayranlığımı gülümseyerek yatıştırsa da ve ben onu ilk gördüğüm anı doğum günüm saysam da. Saydam hafifliği başımı döndürürken içindeki dünyada ağırlığınca damlatıyor her gün bana.

En karmaşık harfleri bir dokunuşuyla bulutlara dizip, en derin kuyuları bir bakışıyla tırmanılacak dağlara döndürüyor, dönerken başım o da etrafımda dönüyor, ve evren duruyor biz dönerken...

Onsuz yok olmuşum ben. Onla hep varken. O benim Su Perim, Sarmaşığım...

Bir gün içiniz yanarsa, nerede olursanız olun, işte, kuyrukta, vapurda, yolda, yatakta, gözlerinizi yumun ve Sarmaşık deyin sadece. O gelecektir ve Onlanacaksınız siz de. Ama acınız bitince usulca uçacak gene, o özgür kanatlarıyla. Ve bana gelecek. ben onlandım o benlendi çünkü ne zamandır. Kıskanmayın ne olur...

Sizin hiç Su Perisi tanıdığınız var mı?
Benim var, adı Sarmaşık.
SARmAŞIK.......