11 Eylül 2011 Pazar

Van...

1 hafta oldu Van'a geleli. Gene işimin "hadi bu kez Van'a gideceksin" dayatmasıyla birlikte uçaktan karayı izlerken şaşkın buldum kendimi. Betona bunca alışık bünyem sarı toprağın hakim olduğu tabloya çorak gözlerle bakıyordu çünkü. Devrik cümleleri sevdiğim gibi kargacık burgacık binaların arasında yüzüme asılmış bir gülümseme ile ilerlerken bindiğim taksi ve taksici üzerine oturan doğu şivesiyle özetliyordu coğrafyayı: 

- Abey, benim dayı İran'da içerde. Namussuzlar idam edecekler. Toz abey. Valla bak bu son seferiydi. Yahu çok iyi insandır dayım bir bilsen. Çocuğu da üniversitede mühendislik okuyor. Sen de mühendistin de mi abey?
- Evet
- Hah oda mühendis.
- Ama okuyor demiştin
- Yav kurban olam okuyor ama mühendis. Sen onu boşver de abey kendimi atacam ben, vuracam. Benim dayı idam olacak. Şerefsiz bunlar (iranlılar) abey bak diyem sağa.
- Bilmem ki.
- Bilmeyecek bir şey yok abey. Yav tamam ha, tozdur yasaktır ama ne yapak başka abey buralarda? Ben hep diyorum abey; Türk hırsızdır, Kürt kaçakçıdır.
- ...............
- Abey sen nerelisen?
- Türkmenim ben.
- Kürtçe biliysen kurban?
- Yok Türkmenim dedim ya
- Abey o değil, şu dayıma yanıyorum ben
- İnşallah kurtulur.
- Hay abeme kurban olam, dua edecez artık Allahu teala abey, inşallah inşallah.

Artık duyma yitimi yaşıyorum, şehir merkezinde insandan çok araba gezerken susuyorum; susmayı ilk kez bu kadar arzulayışımla dalga geçerek.

İlla bıyıklı, illa esmer ve mavi gözlü erkekler doldurmuş tüm hasır sandalyeleri çayhanelerde. Hemen hemen hepsi tütün içiyor sarı dudaklarına inat. Arazi engebeli, arazi zor, insanları zor, hayatı zor, günü kurtarması zor, depresyona girmek zor bu şehirde. İş yeri stresleri yok, genel müdür baskısı, büfeden çift kaşarlı tost, ofisteki ayak oyunlarından daral gelme, mini etekli sarışınlar, köpek kuaförleri, maç kavgaları, karı-koca çekişmeleri, iç dünyana yolculuklar, düşünmek için zaman, zaman kazanmak için düşünmek.. Yok yok, hiçbiri yok. 

Verilmiş hayatı yaşayan ve bunu asla sorgulamayan insanlar var burada. Tabiatla, askerle, örgütle mücadeleye girmiş kaçakçı köyleri var her dağın eteğine serpiştirilmiş. Gündüz taburdaki askerleri traş edip onlarla koyu bir sohbete dalan, gece dağa çıkıp kurşun atan berber ustaları var burada.
Ayrı bir coğrafyadan öte, ayrı bir hayat var burada. Kurallar belli, sonuçlar belli, müzikler belli, yolun başı da sonu da belli. "Siz" deyince yanına bakıp çoğul söylemi anlayan, doğumuyla kaderi çizilenler var burada.

- Abey geldik aha da şurası hava alanı.
- Sağolasın
- Sen de sağol abey, fatura istersin değil?
- Evet isterim şirket için.
- Abeme söyleyeyim bak herkes vermez taksi faturası. Açığın vardır abey kaç yazam?
- Yok sen ne tuttuysa onu yaz.
- Olur mu abey, söyle sen ne yazam?
- Kaç para tuttu?
- 25
- 20 yaz o zaman
- Tamam abey

Anadolu, toprak, doğu çekimi, insan, mücadele, acı, hoşgörü, namus derken üzerime örttüğüm çıplak duygulardan, Batı Ataşehirde beyaz cipinden inerken seksi bakışlarını gözlerime nişanlayan esmer güzeli ile sıyrılırken taksicinin yüzü geliyor aklıma...

- Gene gel abey....

20 Mayıs 2011 Cuma

Otel Odaları

Bir otel odasındayım gene, bu kez durak Sofya. Butik otellerin şehri yansıtan havasını soludum eski alışkanlıkla. Nasıl da başkadır eski alışkanlıkları alışılmışın dışına itmeden yaşayabilmek. Küçük odaları sevdim hep, girişte hemen sağda banyo-wc, karşısında sürgülü elbise dolabı, iki adımda ulaşılası tek kişilik yatak ve kumandasının pili her defasında zayıf küçük ekran televizyon. Yatağım tek kişilik olsun istedim, yüreğim tek kişilik, sabrım tek, hırsım tek, yalnızlığım tek. Tek tük hatırlarım gönül kalabalığını bende, o da nadir ama çabuk olduğum sarhoş anlarında.

Çok sigara içirtiyor bu otel odaları çook. Ve çok düşündürüyor.Üç gecede üç roman bitirdim beynimde hem de biri bilim-kurgu sınıfından! Bir ada vardı kayıp okyanusta ve oradaki insanlar telepati ile konuşuyorlardı. Romanın kahramanı maceracı kadın tek başına küçük yelkenlisiyle okyanusa açılan özgürlükte biri, sevgilisine inat. Aslında sevdiğine inat olununca cesaret yeleği giyiliyor. Adaya yaklaşınca beyninde duyduğu seslerle bir süre boğuştuktan sonra evine dönüyor. Ama beynindeki seslerden kurtulamıyor. Arkadaşının tavsiyesiyle gittiği psikolog duyduğu sesleri yazmasını isteyince hayatında bir dönemece giriyor kadın. Yatağının yanındaki başucu komodinin üstüne koyduğu not defteri her sabah daha kalabalık oluyor çünkü. Yazı kadının el yazısı ama hatırlamıyor kadın bunu nasıl, ne zaman ve neden yazdığını. Bir gece bir sesle uyanıyor, daha önce duymadığı tınıda bir erkek sesi ile. Sonrası... sonrası bende kalsın :) Beynimdeki arşivde yerini aldı çoktan zati...

Sigarayı arttırdığımda insani bir sorgu ile nedenini düşünürüm hep. Bir yere bağlamak lazımdır ya neden kayıklarını, yoksa denize kaçarlar ve ara ki bulasın. Nedenleri düşünürken odamın kapısı çalındı. Hırsız uzağa gidemedi ama, hemen yakaladı görevliler. Tamam, öyle çalınmadı tabii, böyle çalındı: "tak.. tak.. taktak". Ben beynimde nedenlerle neden bu kapı bu saatte çalındı diye yürürken kapıya doğru, birden kapı hızla bana geldi! Ayağımın dolaba bir türlü yerleştirmediğim çantama takılıp kapıya doğru uçuşa geçtiğimi çok sonra anladım. Kafamda nedenlerin yanına küçük bir sızı ekli halde açtmaya çalıştım kapıyı, lakin beceremedim. Kilitli kapı, sadece kolunu aşağıya bastırınca açılmayacak şekilde tasarımlandığından fazla üstünde durmadım. O ara çişim geldi, e tuvalet de hemen solumda, kapısı da kilitli değil üstelik. Sonra aklıma Tarkan'ın bir kutlama gecesinde Savaş Ay'ın uzattığı mikrofona "Bilmem, benim çişim geldi" demesi ve Savaşın Ay'ın da kameralara dönüp yüzünde ders verir ifadesiyle söylediği "Bu ayıp bana ait değil" sözü geldi. Savaş Ay daha sonra yaptığı mahalle-şov sığlığına gelecek var mı adlı programlarla başka ayıpları aldı ve silinip gitti savaşamadan. Nedenler, sızı, Tarkan ve Savaş Ay ile girdim tuvalete. En son askeri lise son sınıfta çoklu girmiştim tuvalete oysa, aman yanlış anlaşılmasın fobimi bilenler bilir, başka amaçlar için değildi onlar, Binbaşıdan ırakta cigara tüttürmek içindi. Bir keresinde bizi basmıştı ama. Kabinden teker teker çıkmamızı istediğinde, her çıkanı sıraya koymuştu şaşkınlıkla. Biz soldan sağa sayarak gelecek tokatları beklerken, o şaşkınlıkla bize bakmış "Ulan bu ne, kaç kişi girdiniz aynı kabine, tekrar girin bakem" deyip sokmuştu bizi dumanı bol suyu akıtan helaya.
Bak bu da eklendi şimdi; nedenler, sızı, Tarkan, Savaş Ay, ve binbaşı. Ahmet vardı sınıfta, "ulan oğlum Ahmet". Her söze bunla başlardı ve biz de adını böyle başlatmıştık sonunda. Ulan oğlum Ahmet'e rütbeleri say dediğinizde, teğmen, üsteğmen sorunsuz giderken binbaşıdan sonrası karışırdı, pis pis sırıtarak; "yüzbaşı, binbaşı, yarbaşı, albaşı" der sonra esprisini paylaşmış mısın diye suratına aynı pislikle bakardı.
Nedenler, sızı, Tarkan, Savaş Ay, binbaşı ve ulan oğlum Ahmet'le klozete yaklaştım. Hızlı olmalıydım çünkü içimdeki bu çıkmak için bazen beni bile dinlemeyen sıvı "tamam senden bir parçayım ama sabrımı deneme" der gibiydi. Lakin mukadderat kendisini gösterdi ve elimi eşofmanımın üstüne götürüp aşağıya doğru yer çekiminin de yardımıyla uyguladığım düşey kuvvet sonuçsuz kaldı; eşofmanımın ipleri bağlıydı!
Panik olmamalıydım biliyordum, yoksa çişim bunu fark edecek ve eline koz verecektim. Gayet soğukkanlı bir biçimde ipleri çözmeye başladım. Ama ah ki ah, gene yanlış ipi önce çektim ve kördüğüm oldu her şey.
Ben bununla boğuşurken kapı tekrar çalındı. Savaş Ay'a söyledim bakması için "bu ayıp ben bana ait değil" dedi ve gitti. Tarkan'a döneyim dedim o çoktan klozeti kapmış işini görüyordu. Binbaşıyla göz göze geldik, beni tuvalete on kez girip çıkarmakla tehdit etti. Ulan oğlum Ahmet'e dönmedim bile. Nedenler zaten yardım etmek için değil, sorun çıkarmak için varlardı. Sızı ise artık başımın tümüne yayılmıştı...

Kendimi tutmaya çalışarak ve tuttuğumu göstermemeye çalışarak, yani illa gene ve hep çalışarak kapıyı açtım. Karşımda 1.80 boylarında menekşe gözlü, yok burunlu, kalın dudaklı, sarışın, göğüsleri dekoltesini aşmış, incecik belli, su damlatsan asla durmaz bacaklı, istediği her yere çekici mi çekici bir kadın çıktı! Bu hayalimi de kalabalığa katarak asık suratlı ve bıyıklı otel görevlisi ile yüz yüze geldim. Hani seçme şansım olsaydı arka arkaya gelirdim ama yapacak bir şey yoktu. Yarım yamalak İngilizcesi ile televizyonumun sesinin çok açık olduğunu ve mümkünse kısmamı rica etti. Televizyonumu üç gündür tanıyordum ve ondan böyle bir şey isteyecek yakınlığa erişememiştim. Hem sesi açık derken tını olarak mı demek istemişti? Çok yüksek perdelerden söylüyor biraz basa kaysın gibilerinden hani. Ama ben daha üç gündür gördüğüm televizyonu nasıl basa ikna edebilirdim? Zaten bunca düşünceyi ve soruyu İngilizceye çevirebilsem CV'imde anadili kısmını değiştirirdim!
Kendimin bile şaştığı bir şekilde, hiçbir şey demeden kapıyı kapattım. Kapattıktan sonra ise bir süre düşündüm, acaba o da kapının ardında öylecene bakakalmış mıdır benim gibi. Hani gene yüz yüzeyiz ama aramızda kapı var. Yani kapı dilek tutsa olacak. Peki benim patlamaya hazır çişim ne olacak?
Eşofman bu, etek değil ki altından tutup yerçekimine ters düşey bir kuvvet uygulayarak sıyırayım. Etek giymediğim için hiç de pişman değildim ama en azından kısa bir şort giyebilirdim. Ve lütfen fazla kafa yormayın kısa şortumu çıkarmadan nasıl o işi yapacağımı, yapabiliyorum çünkü.

Otel odaları böyle işte, kendi başınıza macera yaşayabileceğiniz yegane mekanlardan...

NOT: Bu arada WC'nin açılımı bilinen "Waste Closet ya da Water Closet" değilmiş. World Cup'mış! Ulan oğlum Ahmet dedi. Ama ben binbaşıdan anladığım kadarıyla WellCome olduğunu düşünüyorum...

NOT2: Memleketten uzaktaysanız şu şarkıyı dinleyin, dinlerken o kadar uzak hayaller kurabiliyorsunuz ki...

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Ahşap Yürekli

Şömineye attığım ıslak odunlardan süzülen duman gözlerimi yakmıştı. Gözyaşı hep yakardı gözleri, sanki bir diyet gibiydi ağlamak. "Sen ahşap yüreklisin" demişti kadın ayrılırken, gözlerimin içine bakarak. "Çok çabuk tutuşuyorsun ve çok yanıyorsun!". O an ne diyeceğimi bilememiştim, aklıma gelen binlerce kelimenin arasında boğulmuş, sessiz kalmanın ezikliğine sürmüştüm kader atımı olanca hızıyla. Giderken yumruklarımı sıkmıştım ister istemez, sinirlendiğim belki de şu an şöminede yanan odunlardı yüreğimle birlikte.

Acı duymaya o kadar alışmışım ki, acıların sızısı olmayınca içimde derin bir boşluk varmış gibi. Ara sıra kurguladığım hayal orduları bir zafer daha kazanınca düşümde, geçici mutlanmaların oyuncağı oluyordum aslında. Kendimi tartmanın artık zahmet verdiğini anladığımda kesmiştim içime dönmeyi. Küsmek lazım içine, evet, bazen. Ve bu "bazen"leri iyi ayarlamak gerek.

Bu dağ evi dayımın av merakına yenik düştüğü zamanlardan kalma, içerideki üç-beş eşya da karısından saklayarak getirmelerden. Çocukken bana vermediği öğütleri merak ederdim dayımın, ve bana verilenleri değil, verilmeyenleri özleyişimin sebebiydi bu. Bazen üç telli bağlamasını çıkarır, her defasında aynı türküyü çalardı, ve her defasında aynı yerinde durur, gözlerini kısar, birisini düşünür ve tekrar devam ederdi. O türküyü hiç dinleyemedim, dayımı izlerken. Yaptıklarıma değil, yapmadıklarıma özlemim de bundan.

Okuldan ilk kaçışımda, bir kızın elini ilk tutuşumda, ilk ergenlik hormonumda, hep kaçış vardı; bu hayatımdan içimdeki dünyama. Sözleri kıskanırken yüzlere gülümseyişim de bundandı; almak, biriktirmek ve sonra içimde yakmak için ne varsa. Aslında hep yaktım, tutuşturdum bir şeyleri. Umutları, acıları, aşkları, tutkuları, ne varsa bana gelen, yaktım ahşap yüreğimde. Ben olsun istedim belki, ben yapmak, ben kılmak. Onlar yanarken yürek çeperime dolan isi hesaba katmadan, erimeleri, yok olmaları düşünmeden.

Herkes kendine döner ya, dönemeyenlerin öykülerini yazmak istedim ben. Kendini öylecene bırakanların, dinlemeyenlerin hiç bir şeyi. Başkasının sesi olmak, bir müzik enstrümanı çalmak gibi oysa; tellere vuran sensin ama sesi çıkaran o...

Bir kadeh şarap koymalı şimdi, odunlar da kurudu bak, çıtırtılı alevleri izlemek var artık.
Ahşap yürekler yanmaya mahkum,
ateş onları yakmaya,
ısınmak isteyenlerse
biten oduna bir yenisini atmaya...

3 Mayıs 2011 Salı

Ertelemek

Erteliyoruz, kim ne derse desin erteliyoruz kendimizi. Ve biz ertelenince paralelinde yaşadığımız hayat da erteleniyor. Dahası yaşayamadıklarımız da erteleniyor.

Birini tanırsın, bir şekilde hoşlanmışsındır, bir şeyler demek istersin, ama ertelersin. Sana öğretilen ve içinde endişe bulutları yaratıp "olur mu canım şimdi ne düşünür acaba" dağlarına yağan coğrafyanda kalmıştır "olsun ya ne olacak ki" rüzgarı.

İçinden onunla buluşmak gelir, hatta daha ileriye gidip hınzırlaşmak, ki hayalinde canlandırmışsındır yüzünde gülümsemeyle, ama ertelersin. Yanlış anlaşılma, bir zümreye dahil edilme korkusudur yaşamak istediğini yaşatmayan engebe.

Birine kızarsın, yüzüne haykırmak istersin, ama ertelersin. O kızgınlık ve söyleyememenin ağır yüklü bombası içinde patlar. ama olsun, alışkınsındır ya içte patlattığın bombalara, nasılsa tarumar olan senin içindir ve kimseler görmüyordur.

Hayatı nasıl da kaçırıyoruz, beynimizde, gönlümüzde olan ile yaşadığımız hayatı neden hiç örtüştüremiyoruz, ya da çok azını üst üste koyabiliyoruz? Oysa yaşanınca ne de güzeldir kanatlarını takmış ruhumuzu uçururken istek denizlerimizde...

Bazen bağırasım geliyor: "Korkma Ayten, endişelenme Betül, fazla düşünme Ahmet, deyiver işte, gidiver işte, isteyiver işte, içinden o ilk geleni"... Katıklamamalı, katkılandırmamalı o ilk geleni. O ilk gelen ertelenmemeli. Bırakın yaşasın, bırakın bu kez de onun dediği olsun filtrenizden geçmeden... Olmaz mı?

25 Nisan 2011 Pazartesi

Öykücük

Henüz çok erkendi, neredeyse iki saat önce gelmişti buluşmaya, biliyordu, ama zaten yapacak bir şeyi yoktu ki; bütün gün onundu nasılsa. Ağzı ekşimiş olsa da bir sigara daha yaktı paketi usulca okşayarak. Anılara gitmek vardı şimdi bu boşlukta, ama son yıllarda anıları düşlemek daha çok boşaltıyordu içini sanki.

Resmine defalarca bakmıştı, hoş bir kadındı karedeki, belli belirsiz bir gülümseme asılmış yüzü aydınlıktı. Beğenmişti o da yolladığı resmini; "hoş adamsın yahu" demişti hınzır bir maille. İnternet buluşmalarının o ilk heyecanı var mı diye kendini yokladı iki sigara içimi sonrasında. Eh biraz vardı galiba. Bu kez her şeyi açık oynamıştı; evliliğini gizlememiş, kızından bahsetmiş, dahası ne tür bir ilişki istediğini ayrıntılarıyla anlatmıştı. Anlattıkça açılmış normalde olunmaması kadar çıplak kalmıştı karşısında Naz'ın. Ama Naz'ın da bunda payı vardı, ne dediyse hoş karşılamış, haklısın demiş, onu her defasında cesaretlendirmişti.

İstediği ilişki.. Güldü birden hem kendine hem de bu tabire. İstemediği ilişkiler mi yaşamıştı hep? Biraz ticari gibi geldi bu, nahoş!
"Efenim, bendeniz Erkan, yaşım şu, mesleğim şu, medeni halim şu, istediğim ilişki türü şu...." Bu ne ya? Alım-satım karmaşası gibi! Ben pazarlıyorum alan var mı, ya da şu özelliklerde bir ürüne bakıyordum da satıcı arkadaşlar benimle irtibata..." Bu neydi böyle? Ne arıyordu ki? Ya da biri onu mu arıyordu?

Tamam işte amaç belliydi, bu yaştan sonra leyla-mecnun aşk azabına girmeyeceğine göre tek itici ya da çekici güç kimyasal olanıydı. Bedenlerin arzusu, salt cinsellik, cinsel partner. Hah bir de bu vardı piyasada ne zamandır; cinsel partner. İngilizce class-work'leri geldi aklına; "Hadi arkadaşlar herkes partneriyle bu çalışmayı yapsın..." Partner ne ya? neyin partneri? Hangi part'ın eri???

Naz da bunları mı düşünüyordu acep? elbet düşünürdü o da, sonuçta 35 yaşın üstüydü ve el ele tutuşacağı bir erkek aramıyordu bundan sonra. Yok ya belki de değildi, nasıl da pis fikirliydi bak daha görmediği kadıncağız hakkında. Küstü kendine ve bir çay daha söyledi.

Erken geldiği buluşmalarda hep şu ezik tedirginliği yaşıyordu! Garsonlar ona bakıp ne düşünüyor acaba, ya şurdaki sarmaş dolaş çift? "Haaaaa haa haa adama bak ya, kalantor! Yaşına başına bakmadan giyinmiş gelmiş buluşmaya. Hadi bekleyelim bakalım buluşacağı orta yaşlı kadın nasılmış. Hahahahaha, bize de eğlence çıktı!"

Herkes ona bakıyor, herkes onun buluşacağı şu internet hatununu bekliyordu, kesinn! Ya ama yaşı o kadar geçkin değildi ki. Yoksa... geçkin miydi? Kendi sesini başka duyduğu gibi kendini de aynadan başka mı görüyordu acaba? Tuvalete kalksa ve şu hırçın saçlarını suyla yatırsa mıydı ki? Yok, kalsındı, daha çok dikkat çekerdi bu. hem Naz dememiş miydi, en doğal halinle gel, ben de en doğal halimle geleceğim diye?

Birden kahkaha ile gülmemek için zor tuttu kendini, o anı çok iyi hatırlıyordu; nette sohbet ederken Naz birden bunu demişti ve onun aklına en doğal hali.. hahahahahaha.. çıplak hali... haahahahaha.. Düşünsene çırılçıplak geldiklerini kafeye..hahahahahaha. "Beyefendi sizi bu şekilde alamayız kafeye".. "neden ki?".... "Çünkü çıplaksınız!"..... "İyi de bana en doğal halimle gelmem söylendi?"...

Toparlandı birden, düşüncelerinde gülmesi çoklukla yüzüne yansıyordu ve kendi kendine gülen adam figürü ile kafedekilerin ekmeğine yağ sürmek istemiyordu. Acaba vaktinde gelir miydi Naz? Ne giyecekti acaba? Şöyle biraz kısa etek giysindi, hatta dizi, dizine değsindi, yakınlaşsınlardı daha ilk buluşmada. Yok yok, yakınlaşmasınlardı, sonra çabuk bitiyor, hızlı tükeniyordu her şey. Telefonuyla oynamaya başladı, canı sıkılmıştı artık, hadi geçsindi vakit, ya da Naz, nazlanmadan gelsindi bir an önce!

------------------------------------

Eve dönerken bitik, yorgun ve sinirliydi hayli. Nasıl olurdu, nasıl gelmezdi Naz buluşmaya? O kadar da hazırlamıştı kendini, o kadar özenlenmişti her şeyine. Hayallerini bile düzene sokmuştu onunla ilgili. Onca beklemişti kafedekilerle birlikte. Hatta garson çocuğa açıklamada bulunmuştu kalkarken; "az önce aradı da, işi çıkmış" diye. Ve garsonun şaşkın bakışlarına bakmadan biraz da vermek istediğinden fazla bir bahşişle koşarcasına uzaklaşmıştı oradan.

Ahhh, neden gelmemişti ki?

Geceyi beklemek zorundaydı iletişim için kahretsin!

Ev ahalisi yatınca hemen girdi mail kutusuna, şifresini heyecan ve öfkeyle iki kez yanlış yazsa da. Maillerine baktı ama ses yok? Sohbet programını çalıştırdı hemen, yoktu!....

-------------------------------------------------------------------

Ertesi gün bu kez başka bir kafede garsonlar, 40 yaşlarında, iyi giyimli, güleryüzlü, etrafını inceleyen adama çay servisi yaptılar üç saat boyunca....

Kendi kurduğu buluşmaya gelen ve kurguladığı kadının gelmeyişine öfkelenecek olan bu garip adama....

31 Mart 2011 Perşembe

Bir kadının O'n dakikası....

Bir başka oluyordu başkasından dinlediği hayat öğretileri. Nedense kendi sesini hep kısmıştı dar zamanlarında dahi ve sebebini bilmek de istemiyordu bu dış seslerin ondaki büyük etkisinin. Oysa hep bildikleriydi onların söylemleri, hatta yıllarca öncesinden öğrendikleriydi genelde duydukları. Ama yapamıyordu işte, olmuyordu, beceremiyordu!

Bir kitap okuyor ve hemen etkisine giriyordu. Bu etkiye tutunup bir süre idare ediyordu iç boşluğunda, ama sonra diğerleri gibi bu da yokluk sandığına yok olmuş haliyle depolanıyordu, kapağı bir daha açılmamacasına...
Biri gelip birdenbire en basit ve en "adaaam sen de" haliyle bir kelam ediyor, bir şeyi işaret ediyor ve her şey gene değişiyordu. Bir delinin kuyuya attığını kırka bölünüp her parçasıyla çıkarmaya çabalıyordu bu kez. Lakin gene aynı sona basıyordu kumandayı tutan elleri ve kapatıyordu bu sevimsiz diziyi kırmızı tuşa basarak...

Bir tek "O" vardı hayatında yok olmayan, heyecanını yitirmeyen, içinde tutmaktan hoşlandığı, savuramadığı, atamadığı, zaten atmak istemediği, aslında deli gibi istediği... O..

Ama korkuyordu, neden korktuğunu tam kestiremediği için korkuyordu aslında. Belki de korkması gerektiği halde korkmadığı için korkuyordu, O'ndan.. Aslında ondan değil kendinden. Yok kendinden de değil ikisinden de. Ya da hiçbirinden de; her şey karmaşıktı O olunca cümlede! Aslında O olunca her şey yalınlaşıyordu diğer yandan! Offffffffffffff durmalıydı!

Durdu, dinledi bu kez kendisini, aslında yıllar yılı kendisini dinlemişti ama bunu kendisine itiraf etmemek için ve megaloman görünmemek için kendisine başka şeyi ikna etmişti. Karmaşık biri miydi, yok ya değildi, dingin ve basit mi, yok o da değil! iyi de ya odur ya bu, arası olmaz ki! Ya öylesindir ya böyle! İyi de neden o zaman kendisinde hepsinden her şeyden dünyadaki her renkten bir yudum olduğunu hissediyordu? Bunu da O görmüştü, ah O.....

Kalktı, elindeki kahveden son bir yudum alıp, günlüğüne yazmaya devam etti, kendisi gibi ama O'ndan...

24 Mart 2011 Perşembe

Doğum günleri, doğma günleri

İlk aile hayatımda hiç yaşamadım küçükken pastanın üstüne dikilen mumları söndürme eylemini. Bizde kimse kimsenin doğduğu günün gün dönümünü kale almazdı çünkü. Babam her daim yorgun argın ve sinirli gelir, ablalarım zar zor aldıkları oje ve ruju paylaşamaz, annem beş çocuk ve bir kocaya bakma telaşındaydı. İlk kez kim doğum günümü kutladı hatırlamıyorum, ya da ben ilk kiminkini kutladım.

Ben doğum günlerine "doğma günü" anlamında baktım hep çünkü, o sadece bir doğma eylemini gösterir gündü, resmi tüm kimlik kartlarına ve arada bir doldurmamız gereken formlara yazılan.

Bir sonraki yıl artık o gün değildi ki, o gün sadece bir kez olabilirdi o da ilk olma tarihinde. Sonrasında neden o gün anılsın ya da kutlansındı ki?

Gün dönümlerini anlayamadım hiçbir zaman, ilk kim bulmuştu bu dönüm kutlamalarını? İlk kim ticarete dökmüştü ya da?

Bugün (dün) 23 Mart benim doğma günümdü. İlk aile bireylerinden bir tek kardeşim hatırladı, bir kaç arkadaş, üye olduğum birkaç site, bir kaç banka...

En güzel doğum ya da doğma günü mesajını ise gene ben kendime verdim:

"Eğer mutlu isen gerçekten doğmuşsundur... doğmuşsan o zaman mutlu ol sadece"

Herkese iyi doğmalar...