21 Şubat 2011 Pazartesi

Yaşandı bu Öykü...Dost Örümcek

Yıl 1997... Yer Sochi. Demirperde ülkelerinin demokrasiye geçis sancısı, KGB ve polit büro üyelerinin mafyaya dönüşmesi ile kendisini göstermekte. Ülkenin neredeyse tüm kirli para sistemi bu adamların elinde, yönetiminde. Türk inşaat şirketlerinin, özellikle büyük olanların gözlemleyicisi ve açıktan para alıcısı konumundaki bu adamlara o sıralar kimse dur diyemiyor. Sistem öylesine birbirine bağlı parametrelerden oluşmakta ki araya girmeyi deneyen herhangi bir güç ya da düşünce anında acımasızca yok ediliyor.

26 yaşındaki genç ve idealist mühendis satın-alma şefi olarak ilk yurt dışı tecrübesini yaşadığı bu kentte, gözünü ve gönlünü her şeye kapamış olanca gücüyle çalışıyor, gece gündüz demeden. Gurbette kazanacağı parayı biriktirerek nişanlısı ile kuracakları yuvayı hayal ediyor, her tıkandığında, durduğunda ve yorulduğunda bu hayal onu itiyor güçlü elleriyle. Görevi gereği şirket adına yapılan her türlü mal alımının, para transferlerinin ilk sorumlusu, en yetkilisi durumunda. Şirket sahibi bu güvenilir ve yalan söylememeyi kendine kılavuz edinmiş genç mühendise yetki üstüne yetki vermeye başlıyor. Her türlü taşeron görüşmeleri, onların seçimi, çalışılacak firmaların son kararını hep bu mühendisle alıyor. Genç mühendis çok mutlu, çok umutlu. Çalıştığı firmaya yeni sistemler getiriyor, zekasının her dirhemini bunun için karşılıksız, pazarlıksız veriyor.

Bir gün çok kötü bir haber geliyor şirkete, işveren işi geçici bir süre durdurduğunu beyan etmiş yazılı olarak. Sebep göstermeden, dahası özel sebeplerden ötürü başlığıyla. İş durunca ödemeler duruyor, ödemeler durunca da taşeron ve malzeme aldıkları firmalara yapılacak ödeme. Genç mühendis çırpınıyor, eldeki bir avuç paranın en mantıklı, en doğru ve adaletli şekilde dağıtılması için gecelerle çalışmalar yapıyor.

Durum kötü, durum berbat, durum perişan artık. Vatandaşı olmadığı ülkede bir şeyler yapabilmek ise çok güç. Ama o yılmıyor, tüm alacaklıları toplayıp onlara kurguladığı ödeme sistemini anlatmaya çalışıyor, bir çoğunu ikna ederek, o güçlü hitabet gücü ile. Şirket sahibine şahsi tehditler başlayınca, ilk uçakla İstanbula kaçıyor ve telefonla arayıp genç mühendisi onun da gelmesini istiyor. Ama genç mühendis söz'lü, söz vermiş insanlara, söz'lü, söz ağızdan bir kere çıkar diyenlerden, bunu sadece demeyip sonuna kadar inananlardan. Reddediyor bu kaçışı, ne pahasına olursa olsun sözünde durmak istiyor. Var gücüyle savaşmaya başlıyor, kendisine inanıp, maaşını almadan çalışan 2 çalışanıyla; Nicolay ve Petia.

İkna olmayan alacaklılardan bir firma mafyaya başvuruyor ve alacağının tahsil edilmesini belli bir yüzde oranında kabul ettiriyor metazori karcılarına. İsim istiyorlar, veriyor; hala var olan ve savaşan genç mühendisin adını, şirket yetkilisi olarak.

Soğuk bir Ocak gecesi, genç mühendis çalışmaktan ve düşünmekten kaynayan beynini az da olsun soğutmak için ofisinden dışarı çıkıyor. aylardır kalkmayan karın üstünde yürürken en ucuzundan aldığı sigarasını ateşlemeye çalışıyor soğuktan titreyen elleriyle. O sırada arkasından gelen 3 kişiyi farkedemiyor yorgun algı gücü, başına dayanan çeliğin soğukluğunu hissedemiyor bitkin bedeni önce.

Duvarları buz tutmuş bir dağ evinde açıyor gözlerini, başının sol arkasındaki korkunç ağrı ile. Yüzünü acı ile buruşturduğunda yanaklarındaki kurumuş kanını fark ediyor, elleri bağlı bir sandalyeye öylesine atılmış. Her taraf karanlık, zifiri karanlık. Öyle sıkı bağlanmış ki gözleri, gözkapaklarını açamıyor bir türlü, siyah kumaş nasıl da zalim böyle. Görememek, hiç, ama hiç bir şeyi görememek nasıl da zor. Nerede olduğunu anlayamamak, bilememek, kıpırdayamamak nasıl da sancılı böyle! Gözlerinden alıp kulaklarına veriyor tüm duyu gücünü, bir ses, bir seda duymak için çırpınıyor, delirmemek, hayata tutunmak için küçücük, cılız, bir ses sadece...

Nazlı yari düşüyor aklına, sonra annesi, mahalledeki bakkal, tutamadığı istarvitler, yazamadığı şiirler, dinleyemediği türküler.Gözleri öylesine sıkı bağlı ki, gözyaşları delip geçemiyor kapaklarını, içine akıtıyor o da. Başı öne düştükçe ısrarla dikleştiriyor, gövdesini gerip güç bulmaya çalışıyor kendince. Bildiği tüm dualar dudaklarından süzülürken, dışarıda rüzgara karışık ayak sesleri işitiyor birden. Bağlı ellerini sıkıp beklemeye başlıyor içinde kalan tüm yaşama gücü ile. Sesler artıyor, kapının önünde rusça konuşmalar duyup anlamaya çalışıyor, ama nafile. Kapının gıcırtıyla açılması ve ayak seslerinin tam önüne kadar gelmesini dinlerken kuru kanının yapıştığı yanağında büyük bir patlama hissediyor. O kadar ani ki, o kadar şiddetli ki bu tokat, bağlı olduğu sandalyesi doksan derece dönüp vuruyor genç mühendisin başını taş zemine. Kafatasının içi uğulduyor adeta, beton zemine yapışmış saçlarından ince ince süzülen kanının sıcaklığında. Kocaman iki el yakasından tutup tüy gibi uçuruyor onu havada ve tekrar dört ayak üstüne getiriyor sandalyesini. Sandalye acıyla bakıyor bu taşıdığı genç adama ama yaşlı tahtaları duyuramıyor sesini kadere.

Tokatlar devam ettikçe kan çanağına dönmüş kapalı gözlerindeki damarla o kadar şişiyor ki gözlerinin yandığını hissediyor. Ah böyle bağlı olmasa, böyle çaresiz... Vurabilirler miydi annesinin koklayarak öptüğü yanaklarına, yasemin sabunlarla yıkanmış bedenine. Başını kazara ilk yardığında anne elleriyle bastığı ekmek içlerini kanatırcasına geliyor darbeler ardı sıra. Bedenine inen her darbe uyuşturuyor adeta onu, tüm hücrelerini sıkarak, büzerek tenini, darbelerin gücünü azaltmaya çalışsa da, başı dönüyor, midesi o kadar bulanıyor ki, kusmaya başlıyor. Ama vuranlar acımıyor, hiçbir şeye acımıyor, ne kusmasına, ne kanamasına, vuruyorlar, vuruyorlar...

Gözlerini açtığında ağzında kurumuş kusmuğu ve beton zemine yapışmış kanlı saçlarıyla, içeriden belli belirsiz bir müzik sesi işitiyor. Neredeyse her yanı sızlayan bedenini dinleyemiyor artık, ne de kanayan yerlerini. Sadece bir kez daha görmek istiyor ışığı, bir kezcik, son bir defa. Karanlıkta ölmek kahrediyor onu, ışıksız..

Ayak sesleri gene bitiveriyor yanında ve yüzüne inen ayak darbesi ile inliyor kan kusan dudaklarıyla.. Yarım yamalak İngilizce konuşan soğuk bir sesi yanıtlayamıyor, o kadar bitkin ki... Gözkapaklarını hareket ettirebildiğini anlıyor birden, darbelerin etkisiyle gevşeyen bağdan. Açıyor gözlerini siyah kalın kumaşın içinde, başı yerdeyken, vurmalara ara verilmişken, kulağında o müzik, yukarı bakıyor. İlk gördüğü bu loş ışık bile gözlerini yakarken, tavanda iki duvar arasına ağ kurmuş küçük örümceği görüyor. Örümcek ona bakıyor sanki, bu yalnızlığındaki ilk arkadaşına. Yaraları sızlayarak gülümsüyor örümceğe bakarken, bu anı, ölse bile, bu örümceği unutmamak için kendisine söz veriyor. Ve kaymış gözlerini kapatıyor gene karanlığa...

..........................................

Yaklaşık 8 gün sonra kirli çarşaflı ve sidik kokan küçük bir klinikte başını kıpırdatmadan yatarken örümceği düşünüyor hala. Anılarında tek sığınabildiği canlıyı, donmuş gözyaşlarıyla anıyor...

.........................................

Yaşanmışlık çok başka. Yaşamak ve yaşananı dinlemek o kadar ayrı ki birbirinden.

Parlak giysileri ve pahalı yüzükleri ile ellerindeki kadehleri kaldıran cebi ve banka hesabı şişkin adamların yanında küçük bir bardağa koyduğu votkasını usulca içerken ve katıldığı her üst düzey iş toplantılarında, modern döşenmiş, akustiği güçlü seminer odalarında, oturturken bedenini ceylan derisi koltuklara, o tahta iskemlenin dostluğunu arıyor hep. O dostunu, dost örümceğini unutamıyor bir türlü. O an ona vurmayan, acı vermeyen, kanatmayan tek canlıyı, dost örümceğini....

Yaşanmışlık çok başka. Yaşamak, özenle kurgulanmış ve ak kağıtlara basılmış kitaplardan akmıyor yüreklere. Yaşamak dengede ya da dengesizlikte olma halini getirmiyor ruhlara. Yaşamak bir satranç turnuvasındaki taktiklerle kazanılmıyor. Yaşamak sayılarla düşünmeyi kaldıramıyor sadece, ya da harflere gömülmeyi. Yaşamak güzellikleri, güzel insanları harcamakla yüksenilecek bir merdiven de değil. Yaşamak çok değerli, ne olur küçük sıkıntılarla dokunmayın bu bize sunulmuş hediyeye.

Ne olur gözyaşı olmasın, ağlamayın, ağlatmayın. Yaşam her an elimizden alınabilir bir emanet çünkü.

Beni belki de bir kişi okuyor şu an biliyorum (betül), ama sesim gitmese de enerjim gitsin tüm duyurmak istediklerime.... Birbirimizi kaybetmeyelim, kazanalım ve yaşamımızı değerli kılalım olur mu?

Diyorum ya hep, temennim tüm dünyada yaşayan insanların güzellikleri bulması ve bulduğu güzellikleri koruması....

10 yorum:

  1. Yaşamak güzellikleri, güzel insanları ve en önemlisi kendimizi. Unutmadığımız zaman varlığımızı(kendimizi) nefes aldığını hissediyor insan. O kadar olumsuzluklara rağmen , yaşıyorsun ancak yaşanması gerektiği kadar yaşıyorsun olumsuzlukları. Bittiği noktayı bilip yaşama devam edilmeli...

    YanıtlaSil
  2. Kendimizi kandırmadan yaşamayı bilirsek, acıyı da sevinci de gerçeğiyle alırsak, işte o zaman direnebiliyoruz her şeye. Ve o zaman görebiliyoruz ancak güzellikleri.

    YanıtlaSil
  3. Kaan, umarım iyisindir, oraların bugün daha da karıştığını duydum.

    YanıtlaSil
  4. İyiyim Aslı teşekkür ederim. Yarın tahliye olanlarla birlikte döneceğim inşallah vatana. Tek sıkıntı hava alanına ulaşmak yarın için, yollar biraz tehlikeli çünkü. Ama içimden bir his sağ salim geleceğimi söylüyor inşallah.

    YanıtlaSil
  5. İç ses yalan söylemez.Rahat ve sağlıklı bir yolculuk olur inşallah...

    YanıtlaSil
  6. İnşallah sağ salim gelirsin ve her şey yoluna girer, çok canlar yanıyor, yazık.

    YanıtlaSil
  7. "Yaşanmışlık çok başka. Yaşamak ve yaşananı dinlemek o kadar ayrı ki birbirinden."
    çok güzel olmuş yazı..
    Oradan kurtulup gelebildiğin için çok mutluyum... Umarım toparlanmış ve biraz olsun kendine gelebilmişsindir..
    sevgiler...

    YanıtlaSil
  8. Teşekkür ederim Pınar. Evet dönebildim sağ salim.
    Beni merak eden ve endişe duyan herkese, kalbimden kocaman bir minnettarlık balonu uçurdum demin, pencerenizi açtığınız an odanıza girsin diye :)

    YanıtlaSil
  9. :))Hoşgelmişsin.
    ne güzel bir dilektir bu:))

    YanıtlaSil
  10. Hoşbulduk Betül.. Hoş bulmuşumdur inşallah hepinizi :)

    YanıtlaSil