30 Ocak 2011 Pazar

Mavi Gümüş (devam..............)

Onu ikinci görüşü Amerikan Kız Lisesi’nin bahçesiydi. Dizleri nasıl da güzeldi eteğinin hemen altında görünen. Yağmur yağıyordu usul usul ve Adil usul usul seviyordu Aslı’yı. Kıpır kıpırdı Aslı, arkadaşlarına şakalar yapıyor, sürekli gülüyor, yaramaz bir küçük kedi gibi bahçede oradan oraya koşuşturuyordu. Adil’i görünce bir an duraklıyor, sonra elleriyle kulak memelerini tutup aşağıya çekerken dilini çıkarıyordu ona ve gülümsüyordu. Koşarak yanına geliyor, kendilerini ayıran büyük dökme demir kapının siyah demirlerine yaslıyordu yüzünü.

-          Geldin mi Mecnunum!

Hep böyle diyordu ama her defasında. Adil’in kızacağını bile bile ve isteye isteye söylüyordu bunu! Adil bunu çok düşünmüştü; içinde engin, uçsuz bucaksız ve duygu diyarları dolu bir yürek taşıyan bu kız neden böyleydi dışavurumunda; tamamen vurdumduymaz, daldan dala atlayan, bazen dalgacı, uçarı. O büyük yüreğine zarar gelmesinden mi korkuyordu? Hani açsa gösterse insanlara, savunmasız kalacağından mı ürküyordu? Ama onu her haliyle, her şeyiyle seviyordu Adil. Sevmek böyleydi işte; bütününü almak sevdiğinin, pazarlıksız, sorgusuz, değiştirmeden, dokunmadan. Nasıl da seviyordu onu bu ilk haliyle. Zaten sevmelerin sonu böyle gelmiyor muydu; o ilk haline dokunmakla, başkalaştırmakla sevdiğinin. “Güzel Aşkım..” dedi içinden ve bunu çok sevdi. Güzel Aşk…. Aslı onun Güzel Aşkıydı artık.

-          Geldim Aslım
-          Yaaa bana böyle demesene, bak Nezahat duymuş geçende alay konusu oldum
-          Affet beni Aslım ama
-          Of ya bak gene dedin, ne yapacağım seni ben Adilim ya?
-          Ama sen de dedin bak şimdi bana
-          Olsun, ben derim, sana ne! (gülümsüyordu ve nasıl da güzel gülümsüyordu Adiline)
-          Aslım ben ne buldum bak geçenlerde seni düşünürken
-          Ne yani sen ara ara mı düşünüyorsun beni, hani hep aklındaydım?
-          Yok öyle değil (Ah deli kız!) elbette aklımdasın her an
-          Eee o zaman neden geçenlerde seni düşünürken dedin? (hahahaha). Tamam, tamam anlat hadi (nasıl da seviyorum şu şaşkın hallerini, gözlerinin iri iri açılmasını ah Adilimm benim)
-          İşte o an aklıma bir şey geldi, kendiliğinden. Sana Güzel Aşkım diyeceğim ben.
-          Hmmm. Güzel Aşkım demek. Bak sevdim bunu. Bizim aşkımız hep güzel olacak değil mi Adil? Kimse bozamayacak dokunamayacak. Bak eğer öyle olmayacaksa kızarım ben
-          (Ah bebeğim ne tatlısın şu an…. demir parmaklıklı kapı bile güzel seni benden ayıran şu an). Elbette birtanem hep güzel olacak, hep güzeli yaşayacağız biz.
-          Tamam söz verme vazgeçtim, söz verince tutmak zorundasın gibi geliyor
-          Hayır aşkım benim bu söz benden değil, Güzel aşkımızdan
-          İyi tamam öyle olsun. Hadi git şimdi, bizimkiler fısır fısır konuşmaya başladılar gene, gidip dağıtayım şunların havasını!
-          Olur Güzel Aşkım, ama çıkışta görüşürüz değil mi?
-          Tamam, sen gene bekle beni pastanecide, gelirim ben. Haa, limonata buzlu olsun bu sefer, bir de çikolatalı pasta.

Tamam demesine fırsat vermeden Adil’in, bir kelebek gibi uçuvermişti arkadaşlarının yanına. Adil de demin dokunduğu demir parmaklıklara kimse görmeden bir öpücük kondurmuş, sevdiğinin o çok merak ettiği teninin tadını almak istemişti sanki. Daha iki saat vardı okulun dağılmasına, biraz dolaşmalıydı, yoksa onu beklemek, hani hareketsiz ve durarak, o kadar güçtü ki.

Sahile atmıştı kendini, balıkçıların naralarına karıştırmıştı içindeki çığlıkları. Güzel Aşkım, ah güzelim aşkım benim…


-          Abim tazeleyeyim mi?


Silkindi birden. Anılarından bu denli hızlı dönüşü şaşkınlık olarak yansıdı yüzüne. Bir an cevap veremedi, sanki içinde bulunduğu ortamı sezmeye, anlamaya çalışıyordu.


-          Getir koçum, getir…

Çayın tadını aldığında bir anlık huzur yaşadı Adil. Zencefil katardı Aslı çayına, ilk defa kendi eliyle yaptığı çayı özenle getirmiş, “bak bundan böyle çayı zencefille içeceksin, sigarayı da azaltacaksın” demişti, deler gibi bakarken gözlerine…

Aytül, domatesleri ince ince doğrarken bir yandan da sesleniyordu “Baba, Nami amca, Adil abiiii, hadi gelin hazır kahvaltı”. Domatesleri de ekleyip salata tabağını karıştırdı eliyle tuttuğu bir çatal ve kaşık yardımıyla. Bol limon sıkmıştı Nami amca için, çok severdi limonu. Gemlikten halasının yolladığı zeytinyağını da bolca eklemişti. Halası kendi elleriyle yapardı bunu, kendi ağaçlarından ve özlemini, sevgisini katarak içine, yollardı her sene kardeşine ve kuzusuna.
Durup hazırladığı masayı süzdü bir an. Kareli masa örtüsüne dizilmiş, üzeri kırmızı pul biberle süslenmiş zeytin, özenle kesilmiş tulum peyniri, kayısı ve vişne reçeli, biraz paraya kıyıp aldığı Macar salamı, haşlanmış yumurtalar, kekik, tuz, karabiber, bol domatesli salata, kızartılmış ekmek dilimleri, tereyağı, kıymalı çiğ börek ve salatalık turşusu. Hepsi de nazlı nazlı bakıyordu Aytüle, o emektar ve sevgi dolu elleriyle hazırlanmanın keyfindeydi hepsi de.
-          Mmmm ne güzel kokutmuşsun kız mutfağı gene, ah ah seni alan yaşadı diyorum ben her zaman zaten!
-          Günaydın Nami amca, akşam iyi uyudun mu?
-          Nerdee, şu baban bırakır mı hiç, kafam kazan gibi valla
-          Yaaa demek kazan gibi, hadi ordan, asıl sen benimle uğraştın tüm gece
Diyerek girdi Haşmet mutfağa, sonra ikisi de gülmeye başladı, can dostlardı. Aytülün gözü Adil abisini aradı bir süre, ama yoktu. Ayakkabılığa baktı, paltosu yoktu, demek çıkmıştı erkenden. “Ah Adil abi, bak senin için yapmıştım kıymalı çiğ böreği, nasıl da seversin bilirim” dedi içinden. Ama adil abi böyleydi işte, alır vururdu kendini İstanbul sokaklarına her gelişinde. Kimse bilmezdi nerede olduğunu, nereleri gezdiğini. Ah adil abisi ah!
Yürürken beli ağrıyordu Aytülün, babasının ve Nami amcasının tüm direnmelerine rağmen bulaşıkları onlara bırakmamış, her tarafı silip süpürmüş, öyle çıkmıştı evden. İşe de geç kalmıştı ah! Taksi mi tutsaydı? Çantasını açıp cüzdanını çıkardı, birkaç bozukluktan ve otobüs biletlerinden başka bir şeyi yoktu! Koşar adımlarla yaklaştı durağa ve otobüsün duraktan hareket ettiğini gördü hüzünlü gözleriyle. Bir sonraki en az yirmi dakika sonra gelirdi oysa. Saatine baktı, şu an işyerinin kapısından girmeliydi aslında. Şefi gene kızacaktı ona, zaten avans isterken geçenlerde manalı manalı konuşmuştu. Durağa gelip beklemeye başladı çaresizce.
-          Nerdesin gene kızım sen!
-          Özür dilerim Cenk Bey, otobüsü kaçırmışım da
-          Ne özrü kızım, burası dingonun ahırı mı? Bak tam otuz beş dakika geciktin. Bunu düşeceğim maaşından haberin olsun, sonra zırlama ay sonu. Zaten içeriden çektiğin avanslarla maaş mı kalıyor ay sonuna! Bir de üniversiteli olacaksın!
Gözleri doldu Aytülün, dişlerini sıktı ağlamamak için. Başı önde yürüdü tezgâhının başına. Önünde yığınla biriken kumaşa baktı. Gözünden bir damla süzülürken ütülemeye başladı bu yığınlardan aldığı ilk kumaşı.
-          Abi çok gidiyorsun bu kızcağızın üstüne.
-          Sen karışma Erol, bunlar böyledir, yüz verirsin astarını isterler. Acıdık, hem okuyor hem çalışıyor dedik, ama bak bu kaçıncı geç kalışı.
-          Abi babasının hastalığı var biliyorsun, ona bakıyor tek başına, ne yapsın kızcağız, kolay mı ev geçindirmek bu devirde.
-          Bana ne kardeşim, herkesin derdi kendine, gitsin başka şeyler yapsın o zaman! İstese bu güzelliğiyle ne paralar kazanır. İşi bilmiyor ki, yanaşsaydı yanıma ben bakardım ona
-          Aman Cenk abi bu kız öyle değil, diğerleri gibi, sen gitme üstüne
-          Yok yok, bunlar böyledir Erol. Kendilerini pahalıdan satarlar ama hepsi aynıdır, bakma sen. Ama ben biliyorum onu nasıl yola getireceğimi, gör sen.
-          Sen bilirsin abi
-          Ben bileceğim tabii zevzek, hadi git çay getir bana
-          Baş üstüne abi
Alnında birikmiş terleri sildi cebinden çıkardığı mendiliyle Cenk. Göz ucuyla Aytülü izliyordu. Ütü masasını bilerek bu yana koymuştu atelyenin, Aytülü izlemek için oturduğu yerden. Eğilişini, kumaşları alışını, ütüleyişini, sonra özenle katlayarak dolaba kaldırışını izledi. Ne güzel kızdı, hele teni! Maaşını verirken çaktırmadan dokunduğu elleri nasıl da yumuşaktı. Çıplak düşündü onu sonra, çırılçıplak. Erkekliği kabarmıştı gene. Eliyle pantolonundan tuttu organını ve okşamaya başladı. Yetmedi bu ona, fermuarını çözdü ve organını dışarı çıkardı masanın altından. Elleriyle kavrayıp ileri geri sürtmeye başladı ellerinin arasında. Gözlerini Aytülde nefes nefese bunu yapmaya devam etti bir süre. Sonra ani bir irkilme, rahatlamayla boşaldı. Organından fışkıran sıvı küloduna ve pantolonuna bulaşmıştı. “Hassiktir” dedi içinden, batırdık gene üstümüzü başımızı! Masada duran mendilini alıp pantolonu silmeye başlamıştı. Beyaz sıvı pantolonuna iyice bulaşmış, çıkmıyordu. Ceketini ilikleyip bu lekeleri gizleyerek kalktı yerinden. Tuvalete gitmek için yöneldi ama bir an durdu, elindeki sıvı kalıntılarına baktı. Sonra, Aytüle yöneldi. Elleriyle sırtına dokunup sıvıyı sürdü. Sırtında birden bu elleri hisseden Aytül hemen arkasını dönmüş, birkaç adım uzaklaşmış ve soru dolu gözlerle bakıyordu ona.


-          Korkma kız, sırtında örümcek vardı onu attım!

Aytül merakla elini sırtına götürürken oradan kaçarcasına uzaklaştı Cenk. Pis pis sırıtıyordu, dölünü bulaştırmıştı işte kıza! Aytülse duvardaki örümceği hatırlıyordu sarsılarak....

4 yorum:

  1. Pınar
    Adamı görsen bir kaşık suda boğasın var! Ben de sevmedim ama bunlardan çok var etrafımızda maalesef.

    YanıtlaSil
  2. Özgül,
    Mailini aldım, teşekkürler. İstanbul'a gelir gelmez ulaşacağım Naşide Teyzeye. Çok selamlar.

    YanıtlaSil
  3. "Yaramaz bir küçük kedi" nasıl da tatlı olur. Hele de insanın sevdiğceği yaramaz bir küçük kedi gibi olunca, tadından yenmez değil mi?

    YanıtlaSil